Şükrü Kocagöz
Her çalışma döneminin ve raporunun ardında elbet bir anlayış vardır. Bu hiçbir zaman formül bir cümle ile açıkça yazılmaz. Katılımcılık bir anlayıştır, sevecenlik bir anlayıştır, gönüllülük bir anlayıştır, otoriterlik bir anlayıştır, esneklik bir anlayıştır, eşitçilik bir anlayıştır, özgürlükçülük bir anlayıştır. Çalışmaya hangi anlayışın, anlayışların yön verdiği uygulamalarla anlaşılır. O uygulamalardaki bazı göstergeler, talimatlar anlayışı somutlaştıran turnusol kağıtlarıdır.
Ben de raporu bu perspektif altında açımsamaya çalışarak, geçen dönemin anlayışının ne olduğunu, yanlışları ve olması gereken doğruları saptamaya çalışacağım.
Bunun için geçen dönemin önemli iki belgesi Mimarlık Yasa Taslağı ve Meslek İçi Eğitim yönetmeliğinden örnekler vererek bu belgelerin ışığında yönetimin anlayışını yansıtışlarını anlatacağım.
Ancak bu iki belgeden önce tam yirmi yıl evvel odadaki anlayışın bir kırılma noktası olan Bursa Deklarasyonu’nu (1986) anımsatmakta yarar var. O kırılma noktasında ne amaçlanmıştı, hangi anlayış yıkılıp ne inşa edilmeye çalışılmıştı hatırlamaz isek bugünün yanlışlarını ve düzeltilecek noktaları kavramamız mümkün olmayacaktır.
Bursa Deklarasyonu bir dönüm noktasıydı. Ancak Mimarlar Odamız o günden bugüne bu dönüşü ne tamamladı ne de gerçekten özümsedi.
Deklarasyon mimarlığın daha iyi ve doğru yapılması için yeni bir strateji tanımlıyordu. Bu strateji iki bileşkeli bir eksen üzerine kuruluydu. Birinci bileşke daha iyi bir meslek pratiği için daha iyi bir mesleki örgüt tanımlıyordu. Bu, yaygın “şubeleri” olan “yatay örgütlenmesi” güçlü bir oda tarifiydi: ve bu bileşke “Bursa” olağanüstü kongresi ile (bazı grupların şiddetli muhalefetlerine rağmen) yaşama geçirildi. İkinci bileşke ise mimarın bu örgütlenme içinde “İŞİNİ” yani “MİMARLIĞI” iyi, doğru ve dürüst yapması için gerekli “norm” ve “standartların”, giderek bir mimarlık yasasının gerekliliğini tanımlıyordu. Bu bileşke ise Nevşehir Olağanüstü Kongresi’nde (1995) red edildi.
Bu sürecin böyle olduğunun kanıtı, bir: artık Oda şubelerinin sorunsuz açılabilir olmasıdır. (hatta bunun sorun olabileceği unutulmuştur.) iki: bazıları benimsemese, hatta sevmese de, Serbest Mimarlar Derneklerinin kurulmuş olmasıdır.
Bu iki bileşkeyi şöyle somut olarak örnekleyebiliriz. Yer küreye bir benzetme yaparsak: mesleğin iyi, doğru yapılması magma; yatay örgütlenme ve bundan güç alan toplumsal muhalefet dinamiğinden ülke politikalarına kadar dialektik bağlamda her şeyin olduğu üst tabakadır.
Ancak unutulmamalıdır ki maddenin başka bir hali olan magmanın fizik yasaları ile kabuğun kendisinin ve barındırdıklarının fizik-sosyal yasaları farklıdır. Ne var ki gözden kaçırılmaması gereken -ve ne yazık ki kaçırılan- magma ile kabuğun ve atmosferin de dialektik bir bütünlüğü olduğudur; bu böyle diye kabuğu magmalaştırmak, magmayı kabuklaştırmak için kimsenin gücü yeni fizik yasaları koymaya yetmemiştir.
Ancak Bursa Deklarasyonu’nun koyduğu bu iki bileşke, gerekli iki genel kurul onayının birisi olmadan, yani tam konsansüs sağlanmadan pratikte katı bir anlayışla yönetilir sanılmış, deney başarısız kaldıkça anlayışın ibresi azar azar otoriter bir doza arttırılmıştır.
Sonra ne oldu? Bursa deklarasyonu “DOĞRU MİMARLIK” “YATAY ÖRGÜT” eksenini benimsemişken zaman içinde oda “DOĞRU MİMARİ” “YATAY AMA OTORİTER MERKEZLİ” bir eksene oturdu.
“DOĞRU MİMARLIK” anlayışından “DOĞRU MİMARİ” anlayışına dönüşümü de biraz açımsamak gerekir. Bursa Deklarasyonu’ndaki anlayış: doğru örgüt, doğru mimarlık giderek kamusal yükümlülüğümüz olan “doğru çevre” oluşumuna pozitif katkıda bulunacaktır, anlayışıydı. Bursa deklarasyonunu hiçbir şekilde şöyle okuyamayız: “Biz öyle bir örgüt kuralım ki “ÇEVREYİ OLUMSUZLAŞTIRAN FAKTÖRLERE MÜDAHALE İÇİN, BUNDAN OLUMSUZ ETKİLENEN MİMARİYİ KURTARMAK İÇİN, MESLEK PRATİĞİNİ ve ÜRÜNÜ OLAN MİMARİYİ DENETLESİN”
“Mimari faaliyet ve mimarlık” “ÇED” miz altında olsun” işte o zaman zaten mimarlar işlerini (mecburen) “DOĞRU” yapacaklardır. Doğru mimarlık ancak böyle yapılır. (yaptırılır)
Bursa deklarasyonu böyle okunamaz. Ama Mimarlar Odası, eksenini “yatay örgüt -doğru mimarlık” bileşkesinden yukarıdaki “otoriter örgüt, doğru mimari” eksenine zaman içinde çevirmiştir.
Bunun örneklerini Mimarlık Yasa Taslağı ve zorunlu eğitim yönetmeliğinden söz ederken vereceğim.
Oysa oda “Doğru Mimarlık” yapan üyeleri ile “mimari” üzerinde, ülkedeki çevresel olumsuzlukların üzerinde çok ciddi söz ve yaptırım sahibi olacaktı. Bir toplumsal örgütün görevi: sözü dinlenir “baskı grubu” olmaktır. Önce kendi işini ne kadar iyi yaparsan baskısı o kadar saygın ve etkin olur.
“Baskı kuracağı alanı” “denetleyebileceğini” sanmak ve örgütlenmeyi, çalışma programı eksenlerini buna göre yapıp üyelerin bu yolda davranıp bu eksende “mimarlık ve mimari” yapmasını beklemek ve denetlemek odanın zaman içindeki politikası olmuştur.
Kanaatimce bu da Bursa Deklarasyonunun amaçladığı anlayış değildir.
“Bursa Deklarasyonu bugüne sapmadan ulaşsaydı ne olurdu?” sorusunu somut bir örnekle açımsayalım.
Bugün mimarlık mesleğinin, pratiğin en önemli sorusu olan: “Mimar malzeme üreticilerinden komisyon alabilir mi?” sorusu cevaplanmış ve uygulaması (cevap evet de olabilir, hayır da) yatay örgütlenme modeli içinde yapılıyor olurdu.
“Gülün Adı” romanındaki Rönesansın oluşunun özünü anlatan meşhur “İsa öldüğünde üzerinde ne vardı?” sorusunu “Mimar öldüğünde üzerinde ne olacak?” şeklinde soralım. Mimarlar Odasının bununla ilgilendiğini hiç gördük mü?
Bu somut örnek (bazılarınca soyut olarak algılanabilir) bugün oda’nın nerede olduğunu, 20 yıl önce Bursa’da neyin amaçlanmış olduğunu açımsıyordur umarım.
İşte geçen yıl hazırlanan Mimarlık hakkında kanun taslağı yukarıda açımsamaya çalıştığımız magma ile kabuğun, mimarlık ile mimarinin net ayrımları yadsınarak bir simyacı anlayışı ile yapılmıştır.
Standart yasalar üç şeyi tanımlar: mesleğe kabulü tanımlar, örgütü tanımlar ve meslek disiplinini Mahkemesi ile birlikte tanımlar.
Taslak yasa özenle disiplin denetiminin nasılını tanımlamaktan kaçınmakta, buna karşın Belediye zabıtasının işi olan magmayı ilgilendirmeyen işyeri açılış izninin denetimini (Madde 11) tanımlamaktadır. (Bu otoriter bir anlayış değildir de nedir?)
Daha da vahimi: otoriter bir anlayışın Elia Canatti’nin “Körleşmesi” gibi bütün bir topluluğa egemen olarak belgeleşebilmiş olmasının somut kanıtıdır.
Taslak özenle kaçındığı disiplin denetimini “Yönetmeliklere” bırakmaktadır. Bu yönetmelikler bildiğimiz mimarlığı değil mimariyi denetleyecek ÇED yönetmeliği benzeri yönetmelikler ve Göreme’de çok tartışılarak kabul edilmeyen içinde yargıçların bulunmadığı (gerekçe devleti içimize sokmayız dı) standart örneklerine benzemeyen, bize göre bir mesleki disiplin mekanizması yönetmeliği olacaktır. Ücretlerin denetiminin nasıl olacağı çok otoriter bir şekilde madde 13 de yer almaktadır. Oysa dünyada eğilim artık örgütlerin “tavsiye” tarifeler yayınlamasıdır. Yani çağdaş olan otoritenin karşısında esnek anlayışın, (konuşmamızın ilk cümlesindeki kavramlardan) yer almasıdır. Kaldı ki odanın yayını “Mimarlık mesleği uygulaması” kitabının 46. sayfasında “68 ülkede ücret tarifesi bulunmaktadır. Bu ülkelerden sadece 23 ünde ücret tarifeleri Mimarlar için zorunludur” denmektedir. Zorunlu ülke olarak gösterilen Hindistan ve İtalya’da projenin pazarlıkla yapıldığını büyük bir rastlantı son 6 ayda yaşadığımı da belirtmek isterim.
Madde 7 ise yetki belgesinin geçersizliği koşulunu otoriterce gündeme getirmektedir. Şimdiki otoriter yönetmelik anlayışı yasaya da yansıtılmıştır. Oysa odanın yukarıda adı geçen kendi yayınının 59. sayfasında “Sadece 16 ülkede Mimarların meslek yaşamları boyunca sürekli mesleki eğitim programlarına katılmaları zorunlu tutulmuştur.” denilmektedir. Bu zorunluluğa uymamanın cezasının ne olduğu, yetki iptali olup olmadığı bu yayında belirtilmemiştir. Yine bir rastlantı haritada bu zorunluluğun olduğu gösterilen Gürcistan’a bir ay önce yaptığım seyahatte artık böyle olmadığını öğrendim. Bizde ise “artık olmaması dönemi” değil “bundan böyle olması” dönemi başlatılmaktadır. 16 maddelik yasa tasarısının üç maddesinin otoriter denetimler getirmesi ancak gerçek otoritesi olan “mesleki disiplinin” nasıl kurulacağına dair asıl hükmü “Yönetmeliğe”, yani “biz bildiğimizi yaparıza” bırakması düşündürücüden öte hayret vericidir.
Bu bağlamda ikinci belge olan “Mesleki Gelişim Yönetmeliği incelendiğinde” “Mesleki değişim ve gelişim aksları bilimsel olarak saptanacak, bunu geliştirici etkinlikler yapılacaktır. Bunun için hatta uluslar arası çalışmalar da amaçlanmaktadır.” denildiği görülmektedir. 3. maddenin b fıkrası da bu yansımaların yaşama geçirilmesini “farklı yöntem ve tekniklerin” geliştirilmesine bağlamıştır.” Bunun yapılması sanırız bayağı uzun ve soluklu bir süreçtir. Hal böyle iken c fıkrası daha sonra yönetmelikte hiçbir açılımı, gerekçesi bulunmayan bir “kredilendirme” yönteminden bahsetmektedir.
Ruhu çok olumlu olan ve katılımcılık (Üniversiteler başta olmak üzere her kesimin), gönüllülük ve ortamı besleyerek meslektaşı eğitme üzerine kurulmuş olduğu imajını veren bir yönetmelikte bu açılımsız ve biraz da “sakil” duran “yöntem” aşağıda sözünü edeceğimiz uygulamadaki sorunları çıkarmaktadır. Çünkü yönetmeliğin arzuladığı a fıkrasındaki bilimsel çalışmalar yapılmadan bunun sonuçlarının b fıkrası uyarınca uygulamaya dönüşümleri konuşulup yöntemler tartışılmadan c fıkrasındaki yöntem “tek” ve “tartışılmamış” yöntem olarak yönerge ile uygulamaya sokulmuştur. Hem de otoriter bir “diplomayı askıya alma” yaptırımı ile….
Yukarıda açımsandığı gibi a ve b fıkralarının sonucu olmayan ve “kredi” yöntemini olası diğer bütün yöntemleri dışlayarak “tek” ve “sorunlu” yöntem olarak ortaya koyan yönerge
a- Eşitsizlikler yaratmıştır.
b- Doğru kriterlere oturmayan ve bu nedenle “eğitim pedagojisine” bile ters bir uygulama başlatmıştır.
Otobüslerle eğitimin verildiği yerlere saatlerce uzaklıktan ulaşmaya çalışan meslektaşların durumu her yerde gözlenmektedir. Oysa çok olumlu ruhu olan yönetmeliğin c fıkrasının uygulanmasına b atlanılmadan geçilmeseydi belki bugün Amerika’da kullanılan (Bizde yüksek öğrenimde kullanılan)posta ile iletişime dayanan bir meslek içi eğitim sisteminden bahsediyor olabilirdik. Bu ülkede, en yakın temsilciliğe bile zaman-mekân olarak çok uzak, ücra bir beldede çalışan tek bir mimarın bile varlığı “eşit olmayan” bir yöntemden söz ettiğimizin kanıtı olmaya yeterlidir; ki böylesi ve çok fedâkar çalışan pek çok takdir edilesi meslektaşımız vardır.
Bazen üç yüz meslektaşa bir buçuk saat konuşan konferansçı meslektaşımızın salona dağıtılan üç yüz puandan birisini dahi alamıyor olması başka ironik bir eşitsizliği yaratmaktadır.
Konulara göre de krediler eşitsizdir. Deneyimi sizden az bir meslektaşımızın uygulamalarını da izleseniz, dünya mimarlık düşüncesi bağlamında çok önemli şeyler söyleyen Uğur Tanyeli’ yi de dinleseniz bir puanın sahibi olmaktasınız.
Hele yabancı mimarların bu sistem içindeki yeri çok belirsizdir. Bu onları bizlere karşı “daha avantajlı” duruma sokup tümümüze bir eşitsizlik yaratmıyor mu?
Bu konuda daha pek çok şey söylenebilir. Oktay kardeşimin 17 Nisan 2008 tarihli Cumhuriyet’teki yazısında sıraladığı diğer bütün olumsuzluklara da katıldığımı belirterek geçiyorum.
Oysa sevecen ve esnek bir anlayışlı meslek içi eğitim katılımcılık ve gönüllülük çerçevesinde yapılabilirdi. Ne Üniversitenin ne de Milli eğitim Bakanlığının yapamadığı veya iyi yapmadığı işleri tamamlamaya aday olunmadan tescil belgelerinde gönüllü alınan eğitimler belirtilebilir. Meslek içi eğitim alındıkça büroların kredisi arttırılıp bu tescil belgesinde belirtilebilir. Eğitime gönüllü olmayanlar da düşük sınıftan bir tescil belgesine rıza göstermiş olur. Yıllık ödentisin de sembolik gönüllü eğitim indirimi yapılabilir vs.vs.vs.
Bu iki belgenin örneklerle incelenmesi geçen dönem uygulanan anlayışın yanlışlığını vurgulamaya yeterlidir.
Bütün bunlar hem magma, hem kabuk olmak, hem mimariyi hem mimarlığı düzenleyebileceğimiz yanılgısından oluşmaktadır. Bu çözüm değildir. Çevre ile ilgili kaygılarımızın asıl çözümü Marxist filozof Henri Lefebr’in bir saptaması ile açımsanabilir:
“Bütün çıkarların kavşağı çevredir.” “Çevre sorunları ancak politik planda öne çıkarılarak çözümlenir.”
Yani hepinizin kuşkusuz başat isteği sağlıklı çevre, mimarlara kısıt denetim konularak değil, politikaya bulaşarak ve hatta parti kurarak oluşturulabilir. Sağlam bir magmamız varsa (Sadece kabul, örgüt ve mesleki disiplin mekanizmasını tanımlayan bir yasa) onun kabuğunda da sağlam politikalar geliştirebilirsiniz. Sağlam politik mücadeleler verip, tutarlı politik savlar geliştirebilirsiniz. Yoksa bugün sık karşılaştığımız “bunlar odayı ilgilendirmez” ön yargısını taşıyan bir kamuoyu kanaati ile mücadele etmek zorunda kalırsınız.
Ancak magma ve kabuğun dialektik bir bütünlüğü olduğunu unutmayalım. Bu doğası çelişik iki şeyi yine Marx’ın dialektiği bütünlemektedir: “Her şey her şeye, her şey de ekonomiye bağlıdır.” Ekonomik yasalar da, meslek yasaları da bu bütünlük içindedir. Bütün kurallar ekonomik “bağlama” göre konulmaktadır.
Beğenelim beğenmeyelim (dip not olarak ben beğenmediğimi, ütopyamın başka olduğunu da ekleyeyim) bugün ülkemizde bu bağlam “serbest piyasa ekonomisi” koşullarında yüzmektedir. Yapılan düzenlemeler başka bağlamlarda olursa “gerçekçi” değildir. Yaşam red eder. Ancak genel yanılgı ve bugünkü odanın söylemi “serbest piyasa koşulları” eşittir “talancılık” “çıkarcılık” “rantçılık” “sermaye işbirlikçiliği” olarak algılanabilecek şekildedir. Oysa Fransız Marxist filozof Re’gis Debray durumu şu platformda açımsamaktadır:
“… Sol görüş, dünyanın iyiliği, dirliği, güzelliği içindir. İnancımız bunların günümüzde serbest piyasa ekonomisi ile sağlanacağıdır. Ancak sol görüş sağın arzuladığı gibi serbest piyasa ekonomisini kullanırken kültürün, sağlığın, eğitimin, sanatın, insanın metalaşmasına bu bağlamda izin vermez”
Bizim çevre yasamız, eğitim, sağlık, kültür ve mimarlık yasalarımız bu bağlamda yapılmalıdır. Bu düşünce odada bu güne kadar söylenmemiş bir çözümlemedir. Ülkemiz politik platformunda da sol partilerce henüz bu açıklıkla söylenmemiştir. Buna karşı görüş ancak bu tavrın ayracı olan “METALAŞTIRILMAMA” kavramı çürütülerek üretilebilir. Oysa ülkemizde son günlerde sağlık ve eğitimin nasıl yasalarla metalaştırıldığını görüyoruz. Yukarıdaki düşünce ile müdahil olmaz isek Mimarlık Meslek Yasasının da sonu farklı olmayacaktır.
Mimarlık yasasını ve Yönetmeliklerimizi “metalaşmaya” izin vermeyecek şekilde oluşturup savunmamız gerekiyor. Ama bunun yolu otoriter, demode kavramlar değil. Bunun yolu yasada mesleğin metalaşmasını önleyici “Mimar komisyon alamaz” diye bir madde yazmaktadır. Metalaşmayı önleyici “Mimar adını ödünç vermez yani imzacılık yapamaz” diye bir madde yazmaktır. “Mimar kendi reklamının, her türlüsünü yapamaz” diye bir madde yazmaktır. “Mimar işverenine gizlilik ödevi ile bağlıdır” diyerek bilgi üzerinden çıkar sağlanmasını önlemek gerekir. (Bu sayılanlar İSVİÇRE Mimarlık Yasasından alıntılardır.)
Mimarlık ve mimarinin metalaşmasını önleyen serbest piyasa bağlamında yukarıdaki örneklere benzer yasa, yönetmelik ve yönetim anlayışları geliştirebildiğimizde, serbest piyasa koşulları içinde yapılması kaçınılmaz olan Serbest Mimarlık Pratiği ve bunun mensupları ile nereden kaynaklandığını iki tarafın da çözümleyemediği durumu, açımsamış oluruz.
Serbest piyasanın kaldıraç olarak kullanılması gerçekliğinden korkmamak gerekir. Bu koşullardaki ne Paris, ne Roma, ne İsviçre, ne Danimarka, Avusturya vs, şu an İstanbul, ülkemiz kentleri ve doğal çevremizin yaşadığı tehditleri yaşamıyor. İmrenerek baktığımız çevrelerin keyfini sürüyorlar. “Öcü”yü doğru teşhis edip doğru yerde aramamız gerekmektedir. Bunu başardığımız zaman totaliter tarifelere, diploma iptali tehditlerine, “milli eğitim görevini yapmıyor biz yaptıralım”lara, “Orman Bakanlığı işini yapmıyor biz çizdirtmeyelim”lere, “8 m2 büroyu asansörsüz binada açamazsın”a varacak komedilere, mimarlık hizmetinin “edinilmesinin” (satın alınmasının) düzenlenmesine soyunmamıza gerek kalmadığı görülecektir. Zor olan bu anlayışla çalışmaktır. Bu yaratıcılık gerektirir, sevecenlik gerektirir. Havari gibi çalışmayı gerektirir. Üyelerinden sevgi bekleyen değil, üyelerini seven bir oda gerektirir. (Son cümle Merih Karaaslan’ın bir sözünden esinlenmedir.)
Son olarak bu düşünceleri yeni bir Bursa Deklarasyonu platformu oluşumu ümidi ile pek çok yerde dile getirdiğimi belirtmek isterim. Bu dönem Bursa’da Yönetim Kurulu’na, Ankara’da Oda Genel Sekreterine (kısmen) bu düşünceleri sözlü ve yazılı aktarabildim. İzmir Şubesi Genel Kurulu’nda da benzer bir konuşma yapma fırsatı buldum. Önceki dönemler Denizli’de ve artık anımsayamadığım pek çok oda platformunda, yankı almadan, havaricesine konuştuğumu anımsıyorum. Her seferinde belki bugün yankısı olur diye…
Oda Genel Merkezi delege olmamı, herhalde bu Odanın Şube Başkanı, Genel Merkez Saymanı olduğumu unutup sırf İSMD üyesiyim diye, otoriter bir davranışla onaylamadığı için, “yedek delege” sıfatı ile bunları size de aktarma fırsatı buldum. Dinlediğiniz için, belki üzerine düşünüp tartışacağınız, katılımcı, şüpheci, hoşgörülü olacağınız için, hepinize teşekkür ederim.
Eleştiri gibi eleştiri, yanlış olanı ve olması gerekeni beraberce belirtiyor.
Bizi biraz daha bize çağıran ve unuttuğumuz değerlendirme yöntemini bu arada hatırlatan çok önemli bir metin.
Sayın Kocagöz daha sık ortamımıza katılsanız ve düşüncelerinizle bizleri paylaştırsanız…
Saygılar
Mehmet bey doğru tahmin etmişsiniz, bir kaç değişiklikle aynı yönetim kurulu. Ama İstanbulcular bir hayli zorlanmışlar. Üstelik bu mimarlığın önünün kapatılmış hali. Sadece Ankara muhalefeti bile kıl payı yarı yarıya duruma getirmiş ortamı. Mimarlığın önü gerçekten açık olsaydı, muhtemelen bu ekibin hiç biri oralarda duramazdı. Hırçın ve otoriter yönetim anlayışı bu yüzden işte.
Şükrü Kocagöz bey gayet iyi izah etmiş olan biteni. Teşekkür ederiz.
Birol Sevimli
Genel kurul ve ona bağlı seçimler bitmiştir ve ya aynı kadro ya da aynı kadroda birkaç revizyonla bu maraton sonlanmıştır. Saat 21 şu anda ve hiç merak etmiyorum, zaten bir yerde haber değeri de taşımıyor.
Bu kadar hay huy içinde Şükrü Beyin yazısı tortu olarak kaldı bilinçlerimizde.
Saygıyla
Dün genel kurul vardı bugün seçimler. Kimler ilgili bu durumla, seçilmiş delegeler. Peki delegelerin temsil ettiği mimarlık ortamı???? Onlar sonucu öğrenecekler. Bakın iki önemli site (Arkitera ve Mimdap) konuya girmedi, uzak tutuldu, farklı görüşler budandı, düşman ilan edildi. Buyrun durum ortada. Brejnev yoldaş modeli demokrasi. Mimarlık açıklık, açık platform, tartışma platformları demektir. Farklı görüşlere tahammülsüz “yönetme anlayışı” ortalığı çöle çevirmiştir. Kendi kendilerine karar veren ve kendilerini seçen bir yapı.
Bu yapı toplum için en yararlısını yapacakmış.
Bu yapı mimarları kolundan tutup eğitecekmiş.
Bu yapı eğitimlerde kredi toplayamayanlara büro tescil vermeyecekmiş.
Bu yapı kentlere demokrasi taşıyacakmış.
Bu yöntemle???
Şaşarım doğrusu.
Saygılarımla.
SMG çok anlaşılmaz bir şekilde odada uygulamaya sokuldu. Bu ülkenin “aydınları” baskıcı rejimlerden ve müfredatçılıktan çok çektikleri ve çok etkilendikleri için ellerine bir eğitim ettirme fırsatı geçince bunu hemen hegemonya oluşturmanın bir aracına dönüştürüyorlar. SMG bunun tipik bir örneğidir. 15 kredi almazssan büro tescili vermem. Çağdışı. Sonra eften püften açıklamalar, kokteyller 1 kredi. Nedir, oda salonları dolsun. Sonra bir de hafta sonu iki gün bir konu 15 kredi. Bütünleme sınavı gibi. Kim kime ne öğretiyor, hangi nitelikte öğretiyor buna bakılmaz.
Üstelik geçiş dönemi, alışma şartları yok ve büro tescil belgesi vermem.
Bir çizim progremı öğrenme 15 kredi, ama ben odaya para verip bunu öğrenmez de dışarda aynı nitelikte bir kurstann öğrenirsem kredi yok. Tam anlamıyla saçmalık.
Şükrü Kocagöz bir çok başka noktalara değinerek etraflı bir eleştiri getirmiş. Kulak asan olursa oda yöneticileri için altın değerinde. Ama onlar kulak vermese de bizim için çok önemli bir ders gibi, teşekkürler.
Saygılar sunarım
Mimarlar arasındaki meseleleri ülkenin siyasi meseleleri ile kasden karıştıran, demokratik gibi görünen ama başakalarını tahakküm altında tutmak isteyen yönetim anlayışı bence iyi niyetli, içten, gülümseyen, kucak açan değildir. Demokrat bile değildir. Sol,… falan hiç değidir. Sendikacılık, odacılık bu duruma indi ne yazık teessüf ederim.
Bizim insanlarımız aldatılmaktan hoşlanır. Kendilerine baskı yapanları, zorbaları, diktatörleri kendilerine yakın bulurlar. Demokrasi insanımız için içselleştirilmesi ağır bir yüktür. Ya demokrasiyi kelle hesabı zannederler, ya da şimdi olduğu gibi insanların kendilerini ifade etmelerini engellemeyi marifet zannederler.
Bu gün İstanbul’da Akparti geliyor yalanı ile seçim kazanan iktidar şimdi de genel merkezi oluşturuyor. SMG’nin amacının eğitim değil, mimarları inşaat sektörüne pazarlamak ve onlar üzerinde terör oluşturarak dar grup yönetiminin sürmesini sağlamak olduğunu, bir baskı ve disiplin ortamı yaratmayı amaçladığını yıllırın eğitimcisi olarak söyleyebilirim ve kanıtlayabilirim. Ama kimin için, ne için?
Dün televizyonda oda yöneticileri nisbi temsil sistemine karşı olduklarını bunun bir siyasi iktidar oyunu olduğunu ve onun yerine çarşaf listenin devam etmesi gerektiğini söylüyorlardı. Aynı kişiler hiç utanmadan mimar/mühendis/doktorların arasında akpartiye oy verenlerin sayısının çok az olduğunu da söyleyebiliyorlar içine düştükleri çelişkiyi görmüyorlardı.
Yarın artık mimarlar uyandığı zaman ve bu beyler hanımlar seçimleri kaybetmeye başladıkları zaman var güçleriyle nisbi temsili savunmaya başlayacaklarına adım gibi eminim.
Çifte standart, diktatörlük merakı, baskı uygulamak, aynı kof, çağdışı söylemi sürekli tekrarlamak artık usandırdı.
İstanbulda söylenen bir yalanın üzerine büyük bir bölümü inşa edilen Genel Kurula söyleyebileceğim tek bir şey var:
artık yeter!
MİMARLIĞIN ÖNÜNÜ AÇIN!
Bence tarihi önemde bir metin. Acaba bugünkü genel kurulda bu anlamlı konuşma kör kapıları, sağır kulakları, kilitli yürekleri açabilecek mi? HAkiki bir eleştiri olarak değerlendirilebilecek mi?
Şimdiye kadar Sayın Kocagöz’ün değindiği noktalara değinildi, özellikle SGM ler çok sert, meslek uygulamasını durdurmaya kastedmiş anlayışlar olarak eleştirildi ama yönetimler bunu duymazdan geldiler. ZORLA EĞİTİMİ daha ‘katılımlı’ buldular. Kerdi sistemini oda popülasyonu için hoş zannettiler. Bu nafile çaba terse bir döndü mü artık ne yapsanız kar etmez. O yüzden Sayın Kocagöz’ün eleştirilerine yol yakınken kulak verilmelidir.
Saygılarımla