Bugün kentlerimizde daha önce eşini benzenini görmediğimiz yeniden şekillendirme süreci ile karşı karşıyayız. Kentlerimiz üzerine senaryolar yazılıyor. Bu senaryonun içinde siyasal, toplumsal ve mesleki yaşamda sıkça dile getirilen “uzlaşma, ortaklık” şiarı, kentsel dönüşüm gibi projeler ekseninde uygulama alanı buluyor bir yandan da “uzlaşması gereken(!)” kesimler dışarıda bırakılarak merkezi ve yerel yönetimler, akademik ve mesleki camialar özünde sermayenin akışkanlığının ve birikiminin geliştirilmesinde bir arada oldukları ilişki biçimleri kuruyorlar. Bu ilişki biçimleri kurulurken çoğunluğu oluşturan bizler senaryolardan habersiz olarak oynatılıyoruz/oynatılacağız.
AŞK-I MEMNU: İKTİDAR BAŞROLLER: SERMAYE VE DEVLET
Kent mekânına doğrudan müdahale eden projelerin iktidar politikalarından bağımsız olamayacağı kabulüyle süreci okumaya başladığımız zaman bu politikaların yansıması olan projelerin uygulanması için süreci ve müdahaleyi meşrulaştırıcı söylemlerin üretileceğini söylemek yerinde olacaktır ki şu anda özellikle kamu kurumları tarafından kullanılan ve ilişkiler ağı içerisindeki diğer aktörler tarafından da çoğaltılan söylemler bu tez ile örtüşüyor.
Gerek merkezi-yerel iktidar organlarının söylemi, gerekse de sermaye gruplarının zaman içerisinde verdikleri demeçlere baktığımızda kent üzerine yapılan kurgunun sermaye hareketlerinin bir uzantısı olduğunu görüyoruz. Sermayenin özellikle giderek değerlenen kent merkezi üzerindeki hareketinin olanakları öncelikle çıkarılan yasalar, satılan kamu arazileri, verilen imar hakları ile genişletilirken, yapılan işler “kamu” adıyla meşrulaştırılmaya çalışılıyor, uygulamalar kimin, nerede, hangi şartlarda “katılım” gösterdiği bilinme-
yen “müzakere ve pazarlıklarla” süsleniyor. Söylemlerde herkes tarafından çarpık yapılaşmanın karşısına “sağlıklı kentler” gibi herkesin özlemini çektiği kavramların hayalleri konuluyor. Dile getirilen söylemlerde çarpık kentleşmenin yegâne sorumlusu olarak, gecekondu alanlarında yaşayanlar işaret ediliyor, kamuoyunda bu yönde bir meşruiyet zemini oluşturulmaya çalışılıyor. Keza belki de senaryonun uygulanması için böyle bir algılayışın toplum nezdinde kanıksanması, alt gelir grupları ile orta gelir grupları arasında sistem temelli bir gerilim yaratılması ve hatta alt gelir grupları arasında da bu tarz bir gerilimin inşa edilmesi gerekmektedir ki; uygulamalara karşı yükselecek sesin tonu kontrol altına alınabilsin.
Bir yandan da görüyoruz ki bu dönemde gayrimenkul şirketleri, sağlıklı kentsel gelişimin bir numaralı savunucuları haline gelmiş ve kentsel dönüşüm gibi büyük projeleri dillerinden düşür-mez olmuşlar. İktidar ile sermayenin dili örtüşür-ken anlıyoruz ki artık kentsel politikalar ister yerli, ister yabancı olsun sermaye gruplarının hareketlerine göre belirleniyor ve büyük kentsel rant paylaşılıyor. Sadece politika üretmekle ve sermayenin önünü açmakla kalmayan merkezi yönetimlerin sermaye ile olan doğrudan ilişkileri de yatırımcı kuruluşlar (TOKİ, KİPTAŞ, EGYO vs.) ile daha da belirginleşiyor. Asli görevlerini ve varoluş dayanaklarını unutan kamu kurumlan adeta bir şirket gibi davranıp ellerindeki yetkiler ile piyasanın aktörü haline geldiler. Ve sonuçta “sağlıklı kentlere” ulaşabilme hayaliyle süreci izleyen ve hatta taraflarla “uzlaştırılan” bizler yıllar itibariyle sosyal ilişkilerle örülen mahalle yaşamlarımızın görmezden gelindiği, hesaba katılmayan dışsal maliyetlerle uzun süreli bir yoksullaşmanın temelleri atıldığı, banliyöleşme ile toplumdaki parçalanmanın derinleştiği, yaşam alanlarımızın ellerimizden alındığı kentlere doğru yol alıyoruz.
TARAFTARLIKLA TARAF ARASINDA ÜNİVERSİTELER: ‘SAHAYA İNERİZ../
Değişen/dönüşen hayatımızda, bir yandan fiziksel mekânlarımızda bunun yansımalarını görürken, tüm kurum ve kuruluşlarda da bu değişime ayak uyduran bir çizgiyi izlemek hiç şaşırtıcı değil elbette. Fakat, yıllardır bilimsel bir çerçevede kamu yararı adına hizmet veren kurumların başında gelen üniversitelerin bu değişimden, şirketleşme ve sermayeye hizmet etme yönünde etkilenmelerine tanık olmak gerçekten dikkat çekici. Nitekim toplumsal ilişkilerin piyasa mantığına çekilme süreci bu alanda da hızla etkinleşiyor.
Kamu yararı adına bilgi üretmesi gereken ünversitelerin son dönemler itibariyle piyasada alınıp satılabilen bilimsel ve teknik üretimi sağladığı ortada. Her alanda olduğu gibi üniversiteler de (istisnalar vardır elbet), sermayenin zihniyeti üzerinden şekillenen birer aktör haline gelmişlerdir. Kentlerde yürütülen projelerle alakalı olarak burada üzerinde durulması gereken bir diğer nokta, üniversitelerin ortaya koyduğu -ve oldukça ideolojik bir içeriği olan- bilginin bu sürecin meşruiyet zeminini hazırlıyor olmasıdır. Yerel koşulların kendi pratiklerine göre üretilmesi, o toplulukla birlikte paylaşılması ve kamu yararı adına kullanılması gereken bilimselllikten geçtik; artık bugünün akademik hantallığı içerisinde toplumsal/tarihsel koşullarından bağımsız olarak ithal edilen kavramlar, “mutlak doğru” olarak yaşadığımız süreci normalleştirmekte ve hatta uygulamacılarla (genel olarak yerel yönetimlerle) yapılan işbirlikleri ile üniversiteler taraf haline gelmektedir. Son dönem uygulamaları ile büyük ölçüde sermayenin kent mekânı algısı üzerinden sahaya inerek üretilen çalışmalara, deneğine dokunmaya ürken bir araştırmacının tedirginliği hâkim. Bu durum, toplumla üniversitenin bağlarının ne kadar zedelendiğini ortaya koyuyor.
Mimarlık ve planlama meslek alanları sermaye tarafından bir araç gibi rahatlıkla kullanılırken, süregiden tartışmada birinci ağızdan söz sahibi olan üniversiteler, ne yazık ki bu konuda gerekli sorumluluğu almamaktalar (tabii bu durumu tüm üniversite camiasına mal etmek yersiz olur).
Bu durumu ortaya çıkaran en önemli etkenlerden biri ise birçok üniversite mensubunun döner sermaye/danışmanlık/özel iş şekillerinde, ortaya çıkan bu ranttan kendi paylarına düşeni almalarıdır. Kimileri mahkemelik dahi olsa da -tabii ki akademisyenlerin bu türlü bir ilişki ağı içinde olup, çeşitli projelerde görev almaları her zaman olumsuz bir anlam taşımamakla beraber; meslek adamı yetiştiren üniversitelerde görev yapan akademisyenlerin eğitim için daha fazla enerji harcamaları gerektiğini sanırız söylemeye gerek yoktur.
BİZ BU FİLMİ GÖRMÜŞTÜK!
Bugünkü kent kurgusu içerisinde kentlilere hege-monik bir sürecin yansıması olan yaşamlar dayatılıyor. İnsanları rezidanslara, alışveriş merkezlerine, otoyollara mahkûm eden bu hegemonik yapı, var olanı yok eden bir yaşam tarzını örgütleme gayretinde. Ve belki de denilebilir ki, üretilen projelerin zemininde sağlıklı kentler yaratma mantığının bulunması şöyle dursun, kamusal alanı ve dolayısıyla kamusal insanı yok eden anlayışla sağlıksız bireyler yaratmak yatıyor.
“Katılım” sözcüğünü dilinden düşürmeyenler ise bu katılımın dayatılana razı olma anlamı taşıdığını bir türlü itiraf edemiyor. “Bilimsel bilgi” ise ithal kavramlar ve insanları istatistiki sayılardan ibaret gören araştırmalar üzerinden kuruluyor, dayatmaları meşrulaştırıcı söylemleri üretiyor.
Bugün yapılması gereken ise ne mevcut sistem karşısında savunmacı bir anlayışı ne de mevcut sistemi meşrulaştırıcı söylemleri üretmek olmalı. Tam tersine kendi kendisini kuran; dayanışmacı, eşitlikçi, umutlu ve kapsayıcı bir alternatifi geliştirebilmek için yola çıkılmalı.
Kaynak: Birgün