YILMAZ KUYUMCU / Mimdap
Çocukluğumun İstanbul’u, farklı semtlerin, mahallelerin, köylerin oluşturduğu mozaik niteliğini henüz yitirmemiş bir kentti. Tarihi Yarımada dışında kalan yerleşimler birbirlerinden büyük uçsuz bucaksız yeşil alanlarla ayrılır, kimliklerini, kişiliklerini korumaya çalışırlardı.
Topkapı’dan çıkınca iklimin değiştiğini hissederdiniz. Kalabalıklar kaybolur, uzayıp giden Londra Asfaltı yeni yeni inşa edilmeye başlanmış Merter’e (yapan müteahitin soyadı) kadar yapayalnız kırların arasından geçerdi. Sol tarafta mezarlıklar Merkez Efendi hizasında kesintiye uğrar, sonra sağ tarafta Edirnekapı yönünde yeniden başlardı. Belki de iklim değişikliğinin bir nedeni de işte bu mezarlıklar, kırlar ve ağaçlardı.
Sağ tarafta Edirnekapı Mihrimah Sultan’ın şaşırtıcı dikdörtgen kütlesi manzaraya yerleşirdi.
Sonra yine solda mezarlıklar, sağda solda dere tepe devam eden Teodosius’un yaptırıp Bayram Paşa’nın onardığı surlar… Mezarlıklarla birlikte unutulan, yeniden hatırlanan, yakın zamanlara yani kent söylentilerinin kentlilerle birlikte kaybolduğu döneme kadar devam eden korku, kuşku, gizem, bazen kahkaha dolu rivayetler. İstanbul, bir kent masalları, rivayetleri, söylentileri kentiydi. Burada rivayetler, söylentiler, dedikodular gerçeklere dönüşürdü.
Kentin kurgusu da bir masalı çağrıştırırdı. Kent, Bizans döneminde nasıl yatayda kurgulandıysa; Osmanlı’da, bu kurgu, düşeye geçmiştir. Altlarda Haliç kıyısındaki ticaret, kaos, takalar, ambarlar, hammallar yukarılara doğru giderek yerlerini dükkanlara, evlere bırakırdı. En üstlerde tümüyle geometrik külliyeler günlük yaşantıdaki kaosu bitirir ve getirdikleri inanç geometrisiyle kentin anlamsal kurgusunu tamamlarlardı. Kentin siluetinde camiler birer dağ görünümüyle yamaçlarla birleşir onları devam ettirir ve sonlandırırdı.
İstanbul bir semtler, mahalleler, kıtalar, iklimler kentiydi, yakın zamanda bir kez daha yağmalanmadan önce. Tarih boyunca defalarca yağmalanmış ama her seferinde vahşi yağmacılarını öğütmüş, eğitmiş gerçek kentlilere dönüştürmüş bir kentti.
İstanbul yani kelime anlamıyla “Kent” bir duygular kentiydi. Korkular, acılar, neşeler, hüzünler, yalnızlıklar mekanların üzerinde asılı durur, gelip geçenleri etkilerdi. Sözgelimi yalnızlık semt aralarına özgüydü. Daha Surların dışına adım atar atmaz bunu hissetmeye başlardınız.
Bakırköy yönünde Çırpıcı deresi’ni, vadisini ve yeşil kuşağını geçene kadar, hatta geçtikten sonra henüz yeni inşa edilmiş yuvarlak “Ömür”’e kadar yalnızlık hissi devam ederdi. Sağ tarafta Bahçelievler gerçekten bahçeliydi. Londra asfaltından en fazla bir iki kilometre içeriye devam eder sonra yerini yine kırlara bırakırdı.
Parseller, Taşlı Tarla henüz henüz yağmaya açılıyordu. Minibüslerin insanlarını taşıdığı, karanlık köşelerde indirdiği yerleri hala hatırlıyorum. İnsanlar indikleri köşelerde yavaşça gölgelere dönüşür, karanlıkta, kırlarda, boşlukta kaybolurlardı.
Bakırköy, rum, ermeni evleriyle yine herbiri diğerinden yeşil bantlarla ayrılmış Yeşilyurt, Yeşilköy’ün yumuşak geçişini sağlardı. Florya tek tük evlerden çok ağaçlarıyla, bitki örtüsüyle, isminin canlı bir tanığı gibiydi, Florya ne kadar serinse Bakırköy’de de inanılmaz bir insan sıcaklığı vardı. Tanımak ve tanınmak, toplumu ve her bir bireyinin davranışlarını etkilerdi.
Akşamları Cağaloğlu’ndan heyelan bölgesinde inşa edildiği için kayan Basınköy’e giden uzun burunlu bir otobüs kalkar. Ağır ve gürültülü Türkiye’nin çağdaş basın ve edebiyat tarihini taşırdı.
Küçükçekmece ne yapacağını bilemediği kumluğunun yanında küçük gölünün kıyısına sığınır, ta Meksika körfezinden binlerce kilometre uzaklardan üremek için buraya gelen yılan balıklarını beklerdi. Biraz ilerde Soğuksu, yanlış hesapla açıldığı için farklı bir işlevle ünlenen oteliyle anılırdı. Avcılar yoktu ve o yamaçlarda, tavşan avlayan, beli kütüklü avcılar dolaşırdı.
Çocukluğumuz çok zengindi, biz dünyanın gerçek merkezlerinden birisinde yaşadık. Daha sonra gittiğim hiçbir kentte eziklik hissetmedim, keşkelerim olmadı. Onlara hatta biraz da yukardan baktım. Çünkü Topkapı surlarından, Sarayburnuna uzanan oyun alanımız vardı ve bu alan tek kelime ile muhteşemdi.
Sonraki yıllarda, özellikle mimarlık eğitimi döneminde anlamını yeniden keşfettiğimiz mekanlar inanılmaz zenginlikteydi. Yangın yerlerinde inşaatlar henüz başlamıştı. Şehir içinde bostan beygirlerinin su çektiği kuyulardan sulanan bostanlar daha duruyordu. Bunlardan bir tanesi Şehremininde ilk okulumun karşısındaydı. Bir kez öğretmenimiz tahtaya kaldırdığı bir arkadaşımızın zayıf geçen sözlüsünden sonra “senin gelecekteki mesleğin hazır” diyerek bostan beygirini göstermişti.
Sokak aralarında tarihten gelen yıkıntılar vardı. Birde söylentiler, rivayetler. Millet Caddesi açılırken yeri değiştirilen yatırların mezarlarını açanların başlarına gelenler anlatılırdı. Özellikle de dine yakın olanlar tarafından. Boş arsalarda geçmişin yangınlarından gelen küçük odun kömürleri bulunurdu.
Bunların büyük kent yangınlarından geriye kalanlar olduğu söylenirdi. Yatırlar, küçük mezarlıklar, henüz ölçüyü kaçırıp devleşmemiş küçük semt camileri, ağaçlar… ağaçlar. Çınar, dut, ceviz…akasya. Taş duvarlar, yosunlar, sarmaşıklar. Sırtlara gelinince sokak köşelerinden ağaçların üstünden birdenbire denizi görürdük. Geniş, aydınlık, uzak ufuklu. Yakamozlarla dolu. Henüz bu semtlerin dar vakitleri vardı. Acele edilin dar vakitler. Çanaklar, çömlekler patlamadan az önce.
Her semtinin ışığı farklı olurdu. Yedikule hafif puslu, (biraz Paris’in ışığını andıran),
Kentin sırtlarında, yükseklerinde ise ışıklar artar, gökyüzü alçalır, bulutların üstümüzden akışını, akarken değişmelerini izlerdik.
Evlerin kömürlükleri henüz duruyordu.
Haliç kıyılarında Fener’de, Balat’ta, Küçükmustafapaşa’da kış ve sonbahar aylarında ışıklar azalır ortam loşlaşır gölgeler koyulaşırdı.
Sultanahmet, Akbıyık, Gedikpaşa, Laleli, Kumkapı, Yenikapı ışıl ışıl semtlerdi.
Bazı semtlerin çok farklı etkileri olurdu. Bu etkiler yeni BTB apartmanlarının altında can çekişse de varlıklarını sürdürürlerdi. Mesela Direklerarası ve biraz ilerde Sekbanlar bölgesi, İstanbul Üniversitesine kadar olan alan tuhaf bir etki yapardı. Çok sonraları bunu bu bölgelerin Yeniçerilerin son dönemlerinin izlerini taşıdığını öğrendim.
Beyazıt henüz bir meydandı ve üzerinden bulutların geçtiğini görürdünüz. Beyazıt kulesine tırmanmayı göze alırsanız üst katta nöbet tutan itfaiye erleri soluklanmanıza izin verir, siz de bulutların İstanbul ufuklarında sonsuzda kaybolmalarını izlerdiniz.
Şişli yoğun ve kasvetliydi. Kent burada farklı bir düzene geçerdi.
Samatya, Kocamustafapaşa olmadan önce çılgın bir semtti. Rum meyhaneleri, istasyon çıkışında nöbet tutan ayakçı büfeleri, şarabın yanında tek bir köfteye, bir iki sardalyaya ve birkaç leblebiye hakkınız olan yerlerdi. Daha sonra rumlar gitti yerlerine kabapçılar açıldı. Balık kültürü yerine lahmacuna bıraktı.
Çok garip bir kaderi var kentlerin, ne kadar da kolay teslim oluyorlar. Almanya’da Frankfurter sosis aldığım büfelerin dönerci büfelerine dönüşmesine ne kadar kızıyorsam, Samatya’da da aynı şeyleri hissediyorum ve artık mümkün olduğu kadar buralardan geçmemeye çalışıyorum. Kebap kuşkusuz güzeldir ama bir lakerda ayrı bir şeydir. Tıpkı bir Marmara balığı yada kabuklusu gibi farklıdır ve kaybederseniz yaşantınızdan birşeyler gider.
Sorun tutucu olmak değil, iyiyi kaybetmemek. Rakı güzeldir ama çeşitleri vardır. Şarap başlı başına bir kültürdür. Balkanların erik rakısını, yada konyağını tanımıyorsanız Resneli Niyazi’yi ve geyiğini de anlamanız zorlaşır. İstanbul’u da, İttihat ve Terakkiyi’de. İstanbul Lisesinin komşularını da…
Beyoğlu, Tarlabaşı sıcak ve terliydi. Tek tük camileri ve kiliseleri burada zincirlerinden boşanan sonraları arabeskleşen “şehvete”, ”safahat”a gem vurmaktan acizlerdi. Yenişehir serseri, Kurtuluş efendi ve tozlu, sıcak sanki çok uzak kıtaların kentleri, semtleri gibi kendilerini ayırırlardı.
Fatih tüm bunlara aslanlar gibi direnir. Karagümrük kabadayı, Çarşamba tutucu, Fatih hacısı hocasıyla karşı Süleymaniye yamacının bilimlere olan yakınlığına kızardı. İnancı tamdı ve Kurtuluş Fatih Tramvayına kuşku ile bakardı. Ben tramvay raylarının üzerine asfalt dökülmeden hemen öncesine yetişebildim.
Yine Fatih’ten hatırladığım ahmak ıslatan yağan, soğuk, karanlık, rutubetli taşıtsız bir İstanbul dar vaktinde el ele tutuşmuş, kalabalıktan kopuk yaprak gibi titriyen iki gençtir. Kimsenin görmediği farkında olmadığı bir duyguyu paylaşıyorlardı. Ama eminim İstanbul kenti bunun farkındaydı.
Istanbul’un tüm bunlar yetmezmiş gibi bir de Boğaziçi’si vardı. Canımın içi gibi.
Boğazın köyleri, lodos ve poyraza gore sınıflanırdı. Birde çınarlarına gore. Boğazın
kıyılarında yoğun yerleşim, yamaçlarda çok azalır, yerini bugün eski filmlerde iç çekerek izlediğimiz bahçelere bırakırdı. Bu bahçeler çok ilginçtir meyva ağaçlarıyla doluydu. Çünkü bu yamaçlar çoğu yerde aşağıdaki köşklerin yalıların bahçeleriydi, yollar onları birbirlerinden ayırmadan once.
Her semt birbirinden geniş yeşillerle ayrılırdı. Ve zamanın yere gore değişen şimdikinden çok farklı bir kavram olduğunu hissederdiniz. Boğaziçi’nde zaman yavaşlar, bir kahvede çayını yudumlardı.
Denizde kayıktan balık tutmak başlı başına bir olaydı. Şimdilerde büyük gemilerin demirlediği yerlerde kerterizi cami minareleri olan kayalar bulunurdu, kayalarda da balıklar. Bir cami minaresinin denizde yer tarifine yaradığı belki de tek kent İstanbul’dur.
İstanbul’un tarihi yarımadası tümüyle çocukluğumun oyun alanıydı. Ben dünyanın en güzel, en anlamlı, en yoğun mekanlarında çocukluğumun bir bölümünü yaşadım.
Bu kadar olanakları olan bir şehir çok farklı kültürleri taşımış. Bu birikim kolay kolay bitirilemiyor bence.
İstanbul’un mekanları bir yandan çok hızlı bir şekilde dönüşüyor. Eskinin nerede kaldığını, bu güne hangi izleri bıraktığını anlamakta güçlük çekiyoruz. Yıllar içinde tanıma güçlüğü çektiğimiz semtler bile var. Başdöndürücü.
mekansal bütünlüğün çeşitli yollarla bozulduğu bir kent burası ama yine de akıllıca bir planlama ile tarihi bölgede bir karakter yakalanabilir ve bunun üzerine doğru gidilebilir. dönüşüm projelerinde kentsel kalite ve tarihi bölgelerin canlandırılması öne çıkarılabilir.
İstanbul’daki mekanların kurgusunda bir anlam var. Hepsinin bir hikayesi ve tarihi olaylarla ilişkisi var. Mekanlar şimdiki TOKİ nin toplu konut yapma hevesiyle dağı taşı doldurmasıyla oluşmamış sonuçta.
İstanbul’un ne kadar dinamik ne kadar değişime açık ama kökleri olan, farklılaşan ama kimlik de taşıyan tarafları olduğunu bu yazıdan açıkça bir defa daha anlıyoruz.
İstanbul’da o denli Büyük BİR değişim elli yılda yaşanmış ki. İbreyi 70 seneye çıkarsanız tanıyamazssınız. Büyük değişim dünyadaki değişim hızına uyuyor mu bilemiyorum. Belki aynı hızdadır. Mesela kötü mekanlar, niteliksiz, donatısı olmayan kentsel alanlar ,…
I fully agree with the author.