KORHAN GÜMÜŞ/Birgün
Gazetelerde Kongre Vadisi Projesi’nin Koruma Kurulu tarafından onaylandığı haberi yer alıyor. Bu haberlere göre İstanbul’un merkezinde ‘atıl’ durumda olan arazide büyük kongre salonları, otoparklar, rezidanslar yapılacak, kente turizme yönelik tesisler kazandırılacakmış. İstanbul’un merkezindeki kamu alanının yarı özel, yarı resmi bir konsorsiyomun tekeline tahsis edilmesi 2010 Yasası’na monte edilen AKM’nin yıkılması kararından kat be kat kapsamlı bir mimari programın sessizce uygulamaya konması anlamına geliyor. Akla gelen ilk soru şu: Bilindiği gibi uluslararası kongreler yerleşim alanlarının halkın kullanımına kapatılmasını gerektirir. İstanbul’da ‘Kongre Vadisi’ yapılacak yer olarak kentin merkezi mi seçilmiş? Kararı verenlerin yanıtları belli: “Burası İstanbul’un en değerli yeri. Kentte bu amaçla imara açılabilecek bu büyüklükteki araziler ateş pahası… Zaten oteller de, Lütfı Kırdar Kongre Merkezi de burada…” Sanki boş ve sahipsiz bir araziye yeni bir işlev veriliyor. Bu yüzden olsa gerek, mekânlarını kaybetme riski taşıyan tiyatroculardan başka kimsenin sesi çıkmıyor. Alınan karar ve uygulanan yöntem konusunda kentlileri yalnızca tiyatrocuların bilgilendirmesi yeterli mi? Şehir plancıları, kültür insanları, STK’ler bu işe ne diyor? Bu karar hangi yöntemle ve nasıl tartışılıyor? Hiç kimsenin sesi çıkmıyor. Pasta büyük. İtirazlar cılız. Böylece İstanbul’da kenti planlama işlevinin hangi kriterler çerçevesinde gerçekleştirildiğini görüyoruz.
TEPEDEN MODERNLEŞTİRME PROjESİMadem Lütfı Kırdar’ın ismini andık, kent merkezinde dönüştürülmek istenen bu ‘ara-zi’nin nasıl bugünlere geldiğini bir gözden geçirelim: Koruma Kurulu tarafından ‘Kongre Vadisi’ne dönüştürülmesine izin verilen “Taksim Gezisi ve 2. Numaralı Park” Cumhuriyet döneminde İstanbul’da gerçekleştirilen en kapsamlı ve en istisnai projedir. Atatürk’ün daveti ile 1930’larda Türkiye’ye gelen Fransız mimar-plancı Henri Prost tarafından gerçekleştirilen projenin amacı kentin 19. yüzyılda gelişen -ve sınırları Taksim’de biten- tarihsel yerleşim dokusunun ötesinde Cumhuriyet ve ulus-devletin ideallerini yansıtan, 20. yüzyılın ‘modern’ şehircilik anlayışına göre yeni bir düzenleme yapmaktır. Bu nedenle Taksim’de şehir stadyumu olarak kullanılan eski topçu kışlası yıktırılır. Kışla bir bakıma geçmişin bir simgesidir ama daha da önemlisi buradan Harbiye’ye ve Maçka’ya kadar uzanan bölge zaten mezarlıklar, 6. Daire’nin yaptırdığı ilk park düzenlemesi, havagazı fabrikası, bazı tarlalar ve Dolmabahçe Sarayı’nın bahçesi ile neredeyse bir bütün olarak düzenlenebilecek bir durumdadır. Cumhuriyet döneminde gerçekleştirilen bu kapsamlı, benzeri daha sonra görülmeyen bu proje Avrupa kentlerindeki modern şehircilik uygulamalarını örnek alır. Bu nedenle Taksim-Maçka arasında yer alan bu devasa alan dönemin vali-belediye başkanı Lütfı Kırdar’ın yayınladığı tanıtım kitabında da belirttiği gibi, “alelade bir park” değil, benzerlerini Avrupa başkentlerinde gördüğümüz cinsten bir ‘promönad’ ve kentin kültür alanıdır. Nitekim bu nedenle buraya kışın yaprağını dökmeyen ağaçlar dikilir, yaya yolları ve köprüsü, meydana bakan adeta bir mimari davetiye görüntüsündeki geniş merdivenler yapılır. Mimari program kent içinde bir rekreasyon alanı yaratmakla sınırlı kalmaz, kent hayatına yeni bir boyut kazandıracak önemli yapılar buraya yerleştirilir. Bunlar Beyoğlu’ndaki sinemalar, tiyatrolar, gazinolar gibi özel kültür mekânları değil, ulus-devletin kente kazandırdığı etkileyici kamu yapılarıdır. Bugün kongre merkezi olan Spor ve Sergi Sarayı İstanbul’un ilk ve en büyük çok amaçlı salonudur. Spor karşılaşmalarından buz pateni gösterilerine, konserlerden sergilere birçok önemli etkinlik bu büyük mekânda gerçekleştirilir. Açıkhava Tiyatrosu ise kentin vazgeçilmez gösteri mekânıdır. Gezinin bir bölümü de tenis kordan ve kapalı eskrim salonları ile kent elitinin yeni mekânı olan kulübe ayrılır. Dolmabahçe’deki gaz fabrikasının Kâğıthane’ye taşınması ile elde edilen alanda inşa edilen İnönü Stadyumu ise kentteki dönüşümü simgeleyen göz kamaştırıcı temsil mekânıdır. Daha önce kışlalarda, boş arazilerde gerçekleştirilmekte olan erkinlikler, ulusal ve uluslar arası spor karşılaşmaları, milli bayram gösteri ve kutlamaları burada yer alır.Kentin merkezindeki bu muazzam neok-lasik düzenleme dolayısı ile basit bir mimari proje değil, kentte köklü bir değişim yaratan, ulus-devletin kenti kültür yoluyla dönüştürme, modernleştirme programıdır. Ancak yapıldığı tarihte -doğal olarak- bir müzakere ortamının ürünü olmayan bu düzenleme çok partili siyasal hayata geçişle birlikte, bazı değişiklikler yaşamaya başlar. Dönüm noktası parkı ortadan ikiye bölen Hilton Oteli projesidir. Bu yatırımın İstanbul’a çekilebilmesi siyasal otoritenin öncelikleri arasındadır ve mülk sahibi de kamu olduğuna göre, bu modern yapının kentteki dönüşümün simgelerinden biri olması açısından ilk programla görünüşte bir çelişkisi yoktur. Tartışmalar otelin işgal edeceği alanın halka açık olması üzerine yoğunlaşır ve alınan karar da bu yöndedir: Otel halka kapalı bir özel mülk olmayacak, herkes bahçesine serbestçe girebilecektir. Ancak bu karar güvenlik nedenleriyle uygulanamaz ve bahçesinin bir bölümü kapatılır. Ancak parkın kırpılması Hilton’la sınırlı kalmaz. Kentte turizmi geliştirmek amacıyla park kısa zamanda büyük sermayenin yatırım alanı haline gelir. Sermayenin yanında arazinin kendilerine ait bölümüne askerler de devasa bir orduevi yaparak bu yeni sürece katılırlar. Gezinin gelişme alanı olarak görülen imara kapalı arazi ise zaten özel mülkiyetin elindedir. Gökkafes bu değişimin son halkası olarak tartışma yaratır. Ancak Spor ve Sergi Sarayı’nın bir Kongre Merkezi’ne dönüştürülmesi, ya da kente kazandırılabilecek bir yer olan Pasteur Hastanesi’nin yerine rezi-dans apartmanlar yapılması tartışma konusu bile olmaz. Bugün ‘Kongre Vadisi’ olarak adlandırılan imar faaliyetinin farkı ise onlar gibi parkı işgal etmesi değil, parkın kullanım amacını bütünüyle dönüştürmesi.
‘BEN KAMUYUM’ DENİLEMEZ
Şimdi gelelim sonuca. İlk düzenleme söylediğim gibi, çok demokratik bir müzakere ortamında şekillenmedi. Ulus, devletin kurulduğu tarihte bir şehircilik uygulamasının yaratıcı çalışmalara ve katılıma açılması gibi gereklilik yoktu. Oysa bugün kentte seçimle gelmiş bir yerel yönetim ve planların ve projelerin farklı yöntemlerle geliştirilme yükümlülüğü var. Bu nedenle karar sürecini somutlaştıran projeyi göz önüne almakta fayda var. Çevreye etkisi ve kentin amaçları açısından değerlendirilmesi gereken projeyi kim hazırlamış? Gazetelerde bu konuda herhangi bir bilgi yok. Hangi mimar veya tasarım grubu bu uygulamayı planlamış, ortaya nasıl bir program çıkmış, hangi fikirler ortaya konmuş? Bu ayrıntılar bilinmiyor. Yalnızca projenin İstanbul Büyükşehir Belediyesi Metropoliten Planlama Merkezi (İMP) tarafından hazırlandığı söyleniyor. Demek ki esas işlevi kentle ilgili bir kararı müzakereye açmak olan kamu bu uygulamada bir ‘mimari tasarım ekibi’ yani hem ‘karar verici, hem de proje müellifi’ gibi çalışıyor. Böyle bir yöntemin mümkün olmadığını az çok bütün tasarımcılar bilir. Proje bir tasarım fikridir ve altında mutlaka yapanın imzasının olması gerekir. Kamu kararları ile öznel fikirler gerektiren tasarım işleri örtüştürülemez. Örnekleri çoğaltabiliriz: Kamu yöneticileri heykel yapmazlar, yaptırırlar. Mobilya tasarlamazlar, tasarlatabilirler. Resim yapmazlar, yaptırabilirler. Beste yapmazlar, yaptırabilirler. Şiir yazmazlar, yazdırabilirler. Çünkü kendi yaptıklarını kamu gücünü kullanarak kabul ettiren uzmanlar olsa olsa kendi öznel fikirlerini dayatmış olurlar. Demokratik yönetimlerde kamu çoklu düşünceye zemin hazırlar. Birilerinin kalkıp ‘ben kamuyum, istediğim gibi tasarlarım’ demesi mümkün değildir. Kamu faaliyetinin özel olandan farklı olması gerekir. Bu nedenle kamu yönetimleri program oluşturmak için yöntemler geliştirirler. Bu nedenle ortaya konan proje rekabet hukukuna aykırı olduğu kadar, profesyonellik adabına da aykırı. Kamunun böyle bir proje için şirkete veya işletme için bir konsorsiyuma tekelci imkânlar yaratması Türkiye Cumhuriyeti kanunlarına göre mümkün değil. Bu fiilin yürütmesinin durdurulması için STK’leri göreve çağırıyorum.
Gümüş’de kendisini ve söylemini yenilemeli bence. Bu konularda “en doğruyu” tekrarlamak kamuoyunda nasıl bir puan alıyor bilmiyorum ama taraftarı olmayan, kurumsallaşma önermeyen hep “kendinde şey-kendinden menkul” olmayı hedefleyen entellektüelliğin de bir son durağı olmalı diye düşünüyorum. Anlatıyorum anlatıyorum ama sonuçta ne yapmış oluyorum. Neyi değiştiriyorum, neyi paylaşıyorum? Neyi?
Yoksa Kongre Vadisi mevzuu çeşitli meclislerde daha çok konuşulur.
Sayın Gümüş’ün yaklaşımı önemli olmakla beraber artık çok bilinen argümanları içeriyor. Kamu fikri onun gibi (belki onun gibisi de yoktur…) sivil toplum kuruluşu başkanlarının yol gösterdiği şekilde oluşmayacaktır. “Sivil” kuruluş olmak da yeni anlamlarla donanıyor çünkü. Ayrıca Gümüş’ün sandığı biçimde bir sivil konsansüs de yok. Şu anda uygulayıcılar ( resmi yöneticiler) karşısnda fikir geliştiren bir kurumsallık mı var? Daha bunu teşkil etmeden iktidar ve yerel yöneticilere “iş buyurmak” çok akıllı işi değil.
Yine de kamu fikrine ulaşmak için Gümüş’ün söyledikleri yollardan biri olarak düşünülebilir, tartışılabilir.
Saygı ile.
Ben “kamuyum denemez” ama bu temsiller dünyasında kamu kim o halde? Kamu fikri nasıl ortda görünür ve var kılınır? Kamunun temsiliyeti (kendinde şey olarak birebir belkide bazı alanlarda…) inşası tarf edilmeli. Hilmi arkadaşın serzenişine bir yanıt değil belki bu söylediğim (ki belirli ölçüde hak veriyorum) ama suyun bu yakasında kalıp paçasını suya değdirmden yapılacak bir “inşşa süreci” değil bunlar. Elit-entelektüel yaklaşım yerine sorunlar temelinde ciddi v sorumluluk almak üzere bir yaklaşım ancak mevcut (bir arkadaşın Osmanlıdan beri dediği) devlet geleneğini değiştirebilir.
Şimdi bu Hilton Oteli, Kongre Vadisi, AKM alanı gibi İstanbul’un en önemli ve değerli alanaları esasında yeniden düzenleniyor. Buraları Eski kentin kullnım boşlukları olmaktan bir anlamda çıkarılıp daha fonksiyonlu yerler yapılacak. Bir manada bu da gerekli. Şimdi, bu noktadan sonrasını makul bir tartışma düzlemi, katılım yöntemi durumuna çevirmek gerekir. Bu ise bazı köşe yazarlarının “bu şeyi” söylemeleriyle başarılamaz. Bunu isteyen bir kurum olmalı ve mantıklı isteğini topluma mal etmeli. Didişme düzeyinde kalan söylencelerin kime ne faydası var. Birileri konuşurken yorulacağına birşey yapsın artık. Farklısını yapsın. Aklının yettiği ne varsa yapmaya koyulsun. Pasa konuş, bağır, çağır.
Bir araya gelin, böyle olmaz dediğinizin dışındakini yapın kardeşim. Siz yapacağınızı söyleyin biz ona koşalım, ona yardımcı olalım.
Bu konular yıllardır ele alınıyor. İMP ortaya çıktığında kent için karar nasıl alınır türünden tartışmalar onlarca defa yapıldı. Korhan bey de bu konuların takipçisi, biliyoruz. Şu işi bir defa doğru dürüst yapsalar, bir de sözü, sesi olanların görüşünü alsalar diyorum. O zaman zaten sonradan ortaya çıkabilecek aksaklıklar ve terslikler de çözülmüş olur. Ama düşünce yapısında henüz bir İLK KIRILMA gerçekleşmediği için Osmanlı’dan beri bilinen devlet idareciliği hüküm sürüyor.
Değişir umarız.
Anıtlar Kurulu başkanı hocamız Mete Tapan geçen gün “Kongre Vadisi” diye bir proje bize gelmedi demişti. Burası için ortaya çıkmış bir proje yok herhalde. Veya belediye henüz bu projeyi kurula göndermedi (yahut göndermeyecek, fiilen yapacak) Henüz bu konu açıklığa kavuşmuş değil zannımca.