YILMAZ KUYUMCU – HASAN KIVIRCIK / Mimdap
İnönü hatıralarında modern hukuk devletine geçişimizin uygulamalı hikayesini şöyle anlatır:
“Çerkez Ethem her gün onbeş yirmi kişiyi sallandırıyordu. Müdahale etseydik hemen isyan çıkartırdı. Ondan önce her gün kaç kişiyi astığını bize rakamla bildirmesini istedik. Telgraflar gelmeye başladı yirmi kişi otuz kişi türünden. Birkaç hafta sonra asılanların isimlerini bildirmesini daha sonra da üç kişilik bir komisyon kurup gerekçe ve karar yazarak imzalamalarını ve bize göndermelerini istedik. Böylece modern hukuk süreçlerinin de başlangıcı yapılmış oldu…”

Hep böyle mi olacak?
O günün koşullarında bir tarafta devlete bağlı ama yarı derebeyi konumunda Çerkez Ethem, diğer tarafta modern hukuk devletinin ne olduğunu ve önemini bilen İsmet İnönü var. Günümüz Türkiye’sine baktığımızda derebeylerinin zamanla “siyasetçiye” zaman zaman da bürokrata (resmi/yarı resmi) dönüştüklerini görüyoruz. Ara sıra, bir yerlerden İnönü’ler çıkıyor ve bizler modernleşme, çağdaşlaşma yolunda adımlar atıyoruz. Bazen de bu adımlar “şans eseri” oluyor. Bazen teknolojideki gelişmeler geleneksel yapıları alt üst ediyor modernleşmenin önünü açıyor, bazen Avrupa Topluluğunun baskısıyla adımlar atıyoruz.
Bu tabloda en büyük eksik halk ve aydınların talep oluşturucu yönde hareket etmemeleri. Bunun da birkaç nedeni var. Kimilerine göre halkımız dünyadan bihaber…daha doğrusu sadece işine gelen haberlere bakıyor, aydınlarımız ise çok da farklı değiller… Ama isterseniz, daha çok geleneksel söylemimizi kullanıp “toplumsal güç dengelerinin oluşmadığını” söylemekle yetinelim.

Bizim güç dengelerimizde neler var?
Bizim güç dengelerimiz, sermayenin sınırlı gelişmesi, bağımlılığı; devletin ve bürokrasinin yapısı ile bir kaç sivil toplum örgütünün tabanı olmayan hukuk mücadelesi ile sınırlı bir çerçevede geçtiği için henüz güç dengeleri içinde oluşan modern sistemlere geçtiğimizi söyleyebilmemiz mümkün değil. Üniversitelerimizin bu çerçevede yerleri yok. Onlar, henüz, ancak kendilerine gelecek siparişlerle ilgileniyorlar. Ancak İnönü’nün izlediği yolu da yabana atmamak lazım. Çünkü bu mevcut yapılarla Türkiye’de başka türlü olması mümkün görülmüyor.

Bir kere modernitenin motoru güç dengelerinden söz edildiği zaman sermayenin (başta sanayi olmak üzere, ticari ve mali sermayenin) kendileri için gereksiz masraf arttırıcı olarak gördükleri (işçinin/çalışanın kirası sonuç olarak onların karşısına ücret arttırımı olarak geliyor) toprak ve gayrimenkul rantını kontrol altına almalarının tarihine bakmamız gerekir. Batıda sanayi ülkelerinin gelişme süreçlerinin en büyük göstergesi, bu rantı kontrol altına almaya yönelik çabalardır. Çünkü ancak o zaman maliyetler denetlenebilir, insanların kolayca para kazanabilecekleri gayrimenkul ve spekülasyon alanından ticari, sınayi, hizmet ve mali alanlardaki yatırımlara yönlendirilebilirler. Toprak ise tarım dışında zenginler yaratabilir ama gerçek anlamda bir toplumsal gelişme sağlamaz. Sadece kira geliriyle yaşayan, üretimden uzak yapılar ortaya çıkar.
Bir süre sonra etrafımızda “üretmek için bu kadar çaba niye, fabrikamın arsası, fabrikamın elli yılda kazandırdığından daha fazlasını hem de hiçbir şey yapmadan getirdi” diyen sanayicileri görmeye başlarız. Bu modern anlamda sanayinin de sonu demektir.

Modern imarda neler var?
İmar hareketleri modern toplumların en çok tartıştıkları konuların başında gelmektedir. Bunun nedeni, toplumun yaşam kalitesinin doğrudan buna bağlı olmasının yanı sıra, adalet duygusunun, geleceğin belirlenmesinin, kültür düzeyinin, politika kültürünün de açık bir şekilde imar hareketlerine bağlanmasından kaynaklanmaktadır.
İmar, bir parsele bina yapmak değildir. Toplumun çevresini oluşturmak ve bu oluşum sırasında onun hangi değerde, niteliklerde, nasıl olacağını belirlemektir. En az maddi zenginlik kaynakları kadar toplumların zenginleşmesinde ya da fakirleşmesinde etkilidir. Dolayısıyla verilecek kararlarla ilgili sorumlulukların da sürekli tartışılması ve tartışmaya uygun ortamlarda geçmesi gerekir. Bunun için Avrupa’nın geliştirdiği bir teknik model var.
Bu modelin yapısı üç bölümden oluşmaktadır:
1.Politik yapı: Bu mecliste politikacılar, konuyla ilgili taraf olma niteliği olan uzmanlar, sivil toplum temsilcileri ve o bölge ile ilgili bireyler. (örneğin; eğer söz konusu tarihi bir bölgede yapılan bir çalışma ise bu çalışmaya o bölgenin sanat tarihçileri de katılabilirler, böylelikle “sahip çıkma” yükselirken “istismar” azalır.) Burada politikadan anlaşılan amaca ulaşmayı ön plana çıkartıp bunu sağlamayı kolaylaştıracak, suistimalleri önleyecek yapıları oluşturmaktır. Her çalışmanın ayrı bir meclisi olmakta ve makro kararlar bu meclis tarafından alınmaktadır. Önemli olan katılımla oto denetimin sağlanmasıdır. Bunun yolu da meclisin tek taraflı değil konuyla doğrudan ilgili ve menfaatleri çelişen taraflardan oluşmasıdır. Denetim ancak bu koşullarda mümkündür. (1)
2.Teknik büro: Bu büro meclisin aldığı kararlar çerçevesinde planı hazırlamakta ve uygulamaktadır.
3.İlgili tarafların oluşturdukları kooperatif, dernek….vb örgütler: Bunlar politik büroda temsil edilmekte, diğer taraftan yapılan çalışmalar kendilerini ilgilendirdiği için bir denetim mekanizması gibi işlev görmektedirler.

Halkın katılımı da aynı şekilde hedeflerin ortaya konulmasından, sonuçlanmaya kadar çeşitli aşamalarda farklı yöntemlerle gerçekleşmekte, bizdeki türden “benim arsama az imar vermişsiniz” yerine “benim yaşam alanım şöyle olmalı”nın sağlanmasına çalışılmaktadır. Çünkü ancak o zaman talep toplumsallaşabilmekte, kişisel çıkarlar yerine ortamdan kaynaklanan karşılıklı çıkarların gözetilmesi mümkün olmaktadır. Toplumsal talepler, bireysel taleplerden farklı olarak mimarinin uygarlık birikimiyle uyuşmaktadır. Halka açılma, sorma ve danışmanın göstermelik olmaması için ortamın kamusal yönünün örgütlenmelerde ön planda tutulması, uzmanların katılımlarının kolaylaştırılması gerekmektedir. (2)

Burada dikkat edilmesi gereken nokta politika ile teknik bölümlerin birbirlerinden ayrışmış olmalarıdır. Politikanın işlevlerinin tanımlanması ancak bu ayrışma ile mümkündür. Bizde en fazla yapılan hata politik kararların teknik zorunluluklar olarak algılanmasıdır.

Sözgelimi süresi dolmuş bir boğaz köprüsünün İstanbul’un tüm trafik sorununu asgariye indirecek şekilde içinden demiryolu geçen çok daha fazla şeritli bir köprü ile değiştirilmesi maliyetinin tüp geçişin beşte biri olması bir teknik konudur. Ama buna rağmen yeni bir Boğaz köprüsü yapılarak kentin daha da kuzeye kayması, su havzalarının yok olması, ormanların yağmalanması maalesef, bizim toplumumuzda karşı yaptırımı olmayan politik bir karardır.

Bu iki karar mekanizmasının ayrışmasının ise en büyük avantajı karşılıklı kontrol ve şeffaflık olanaklarıdır. Her konu bağımsız olarak tartışılabilir, toplum bu tartışmalara katılabilir, karar mekanizmalarının (belediye ya da il meclisleri bu konumda olamazlar) özerkliği, teknik ve politika arasında denge kurmuş olmasının büyük yararları vardır. (3)

(Bizde benzerleri arasından en çok oyu alıp hükümet kurma yetkisi elde eden siyasetçiler kendilerini politika üretmenin ve kararların tek yetkilisi sanıyorlar. Belli bir dönem için seçilmiş siyasetin bir büyük metropolün ve yaşayan milyonların geleceğini tayin etme hakları olduğunu gibi bir kanı var.)

Bu yapı içinde bütün çalışmalar Avrupa Topluluğu’nda geçerli mal ve hizmet alım standartlarına uygun bir şekilde yapılmakta, istismara son derece müsait olan bu alanın toplumsal menfaatleri gözetecek şekilde korunmasına dikkat edilmektedir. (örneğin çalışmaların bir safhasına katılanların diğer safhada etkin rol almalarına engel olunmaktadır.) Tüm çalışmaların hizmet alımı standartlarıyla elde edilmesinin avantajları:
1.Toplum aldığı hizmetin kalitesini denetleyebilmekte, yetersiz bulması halinde ödeme yapmayarak yapımcıyı cezalandırmakta, bu yolla hizmetin kalitesini koruyabilmektedir.
2.Yapanın, denetleyenin, işi verenin aynı taraf olması halinde hiçbir kontrol imkanı kalmamakta hatta fiyat oluşmamaktadır.
3.Piyasanın böyle bir ortamda gelişmesi ve ayakta kalması mümkün değildir.

Avrupa Topluluğu 1997 yılında Türkiye’de bir örnek oluşturmak üzere Fener Balat Projesini hayata geçirirken amacı bu modeli Türkiye’ye anlatmaktı. Ancak aradan geçen on yılın bunu anlamamıza yetmediği anlaşılmaktadır. (4)

Planlama Bürosu
Aslında baştan itibaren Türkiye’nin modern hukuka kavuşması sürecinin bir adımı gibi algıladığımız, algılamak istediğimiz İMP modelinin geliştirilmesini, kendi meclisi, kısmi bağımsızlığı, mal ve hizmet alımı standartlarıyla İstanbul için gerçek bir planlama bürosuna dönüşmesini bekliyoruz. Çünkü İstanbul’un ve ülkenin bu yaklaşım ve modele ihtiyacı var.

Ancak her dönüşüm (ya da bir yenilik…) kendi zıddını bu sistemde üretme potansiyelini taşımaktadır. Burada tek kabul edilmesi gereken gerçeklik, zıtların birliği ve mücadelesinin var olacağı, bu çelişki ve çatışmadan toplumsal mutabakatların doğması olmalıdır. Planlama birçok girdisiyle içinde zaten farklılıkları barındırması icap eden özünde demokratik bir kurumlaşmadır. Burada çok önemli kişiliklerin nerdeyse bir marka gibi en önde durması ve “burada her şey şeffaf, bana güvenin” mesajı verilmesi sadece girizgah için bir artıdır. Ama onun ötesi kentin, coğrafyanın, rantın, siyasetin, toplumsal güçlerin arenasında, onların paylaşım mücadelesinde asla biricik garanti değildir. Esas olan kurumsallık, onun içinde çeşitli kanatların ve farklılıkların sahiden hayat bulması, kendisini tam olarak ifade edebilmesidir. Açıklık, şeffaflık, hakça paylaşım ve dürüst yönetim ilkelerinin hayat bulduğunun süreç değerlendirmesinde söylenebilmesi için en temel garanti, demokratik ortamın sağlanmış olmasıdır.

Planlamada demokrasi, farklı kesimleri, gruplar ve ilişkileri görür, tanımlar ve neticede bu çatışmaları toplumsal yarar potasında birleştirir, karşılıklı ikna süreçleri oluşturur. Dinamik ve güncel planlama anlayışı, ‘bilimsel çalışmalarla’ bir merkezden üretilen ‘toplum yararına’ yaşam kararlarının geniş kesimlere sunulup, tek yanlı bir ‘ikna süreci’ değildir. Plancının, mimarın, sosyal bilimcinin… teknik kişiliği bu reaksiyonda katalizördür, reaksiyona giren, farklılaşan ve taraf haline gelen bir unsur değil. Toplumsal kesim ve kuruluşlardan bir kısmının temsiliyet eksikliğine düşürülmesi ya da bu kesimlerin bir kısmının temsil edilme özrü içinde kalması bir kuşun tek kanadının koparılması gibidir.

Bir büyük metropolün hukuki çerçeve içinde özerkliği ve devamlılığı olan bir planlama bürosuna sahip olması elbette çok gereklidir. Fakat planlamanın kurumsallaşması ve başarısı kent dinamiğini oluşturan bütün kesim ve kurumlarla dengeli, üretici ve eşit temsil ilişkisi kurulmasına bağlıdır. Planlama özü ve ruhu itibariyle bunun için vardır çünkü. Hatta temsil edilmeyenler, göz ardı edilenler, yok sayılanlar, var iken yokmuş gibi yapılanları da ortamda sayılır hale getirmenin yöntemidir planlama. İşin kolayına kaçmadan, ‘pratik’ zannedilen fakat topluma maliyeti yüksek yollara sapmadan, ikna temelli uzun bir uğraştır. Bu durum “girilemez” yazılı planlama müdürlüklerin kapılarının “kilitsiz” tutulmasıyla söylendiği gibi bir aşama geçirmişse eğer; zihinlerde ve kurumsal alışkanlıklarda, demokratik yöntemlerin genişletilmesiyle devam etmek zorundadır.

Bu açıdan bakıldığında İMP başından beri bazı olumlama yazılarının yanı sıra epeyce eleştirilmiştir de, hatırlayın lütfen. Bundan önce daha ‘iyisinin’ olmaması, içinde yaşadığımız toplumsal gelişme adımında yeterli bir savunma cümlesi sayılamaz. Burada kurulan ilişkilerin nicel çokluğundan fazla niteliği önem taşır.

Hepimiz biliyoruz ki bu kent değişiyor, doğasında taşıdığı değişim dinamikleri işliyor ve birçok yöne doğru çeşitli iradeler tarafından değiştirilmeye de çalışılıyor. Değişimin yönü tam bir tartışma konusudur ve teknik değil toplumsaldır. Bu sorunun cevabı akademik bir çalışmanın sonucunda ‘bir anda’ verilemeyeceği gibi sadece mesleğinde uzman bir grubun tekil kararına da bağlı olamaz. Değişim bir süreçtir ve bunun mekanizmasında bulunanlar bu sürecin zedelenmeden yürümesi konusunda her bakımdan daha sorumlu durumdadırlar. Burada hem kamu vicdanına uygunluk, hem doğal hukuka saygı, hem de kurumsal davranış biçimlerine hassasiyet en önde olması gereken meziyettir.

NOTLAR (38 Soru Archidek-Mimdap)
1-İMP model olarak planlama alanında İstanbul için bir deneyimdir. Ancak bu modelin geliştirilmesi, kalıcı ve devamlılığı olan bir planlama kuruluşu olarak bir yasal statüsü ve kısmi özerkliği olmalıdır. Bunlar yasal güvence altına alınmalıdır. Bunun için kentle ilgili politik kararları verecek geniş katılımlı bir meclisi (ya da konsey) olmalıdır. Bu meclis planla ilgili genel politik kararları almalı, şeffaflığı, bilgilendirmeyi ve en önemlisi katılımı sağlamalıdır.
-Siyaset, üniversiteler, meslek odaları, sivil toplum örgütleri politikaları belirleyecek politik yapıda yerlerini almalıdır.

2-Meslek odaları da karışmam, “katılımı da organize etmem ama her şey bittikten sonra eleştirir, engel olur, kahraman olurum” zihniyetinden, “üyelerimi organize ederek katılır, itiraz edilecek noktalara itirazımı zamanında yapar, tartışır, gerekirse direnirim” aşamasına geçmelidir.
-Siyasi partiler, imar politikaları oluşturmalı ve bunları toplumla yapılan bir sözleşme olarak yayınlamalı, seçimlerde oy verenler neye oy verdiklerini bilmelidirler.
-Bu meclis denetiminde çalışacak bir teknik bürosu olmalı, mecliste tartışılarak alınan politik kararlar bu büro vasıtasıyla uygulamaya konulmalıdır.
3-Uygulama mesleki ayrıcalıklar yaratacak döner sermaye ya da kurum şirketi şeklinde olmamalı; yapanın, denetleyenin, işi verenin mutlak surette ayrıldığı ve birbirini denetleyebildiği bir ortamda gerçekleşmeli, meslekler ve uzmanlıklar mutlaka ön plana çıkarılmalıdır.
4-Tüm planlama yetkileri (planlamanın da genel mantığına uyacak şekilde) bu kurumun elinde toplanmalı, farklı kuruluşların zaman zaman birbiriyle çelişen kararlar da üretebildiği, kenti ve çevreyi olumsuz etkileyen planlama yetkileri kullanmaları artık son bulmalıdır.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir