KORHAN GÜMÜŞ / Birgün
Popülizm halkı değil ayrıcalıklı bir zümrenin kamu fikrini temsil eder… İdeoloji bir taraftan mevcut toplumsal pratiklerle bir kopuş yaratırken (sahicisinden daha sahici hale gelen) bir muhteva (benzerlikleri prototipe dönüştürme) ve süreklilik iddiası üzerine kurulur. Bu muhteva ise seçkinlerin tercihlerine ve siyasal ideolojilere göre değişir. Örneğin 19. yüzyılda kimlikleşme hareketleri ile ‘kozmopolitleşen’ İstanbul mimarlıkta, edebiyatta, güzel sanatlarda birçok tarihselci akıma sahne olur. Ancak 1. Dünya Savaşı sonrasında yeni kültür elitinin bu kozmopolit muhtevayı kamusal güçle birlikte tasfiye etmeye çalıştığı görülür. Bu kimlik doğal olarak kozmopolit olanın karşısın-dadır: Ulus-devletin ideallerine göre homojen bir muhteva hedeflenir. Buna karşılık Avrupa’da İkinci Dünya Savaşı sonrasında bu homojenleştirici kimlikleşme hareketinin egemenliğini yitirdiği söylenebilir. Türkiye’nin ulusal programında böylesine bir kopuş olmaz, ulus devletin kuruluş aşamasındaki kimlikleşme problemi marjinalleşmeden, siyasal merkezin ele geçirilmesine dayanan belirleyici unsur olarak ‘çok partili demokratik’ siyasal hayatın içine taşınır.
SİYASAL AKIMLARIN KİMLİK PROTOTİPİ
Bu nedenle Türkiye’de resmi kültür muhtevasının milli kimliklerin inşa sürecinde olduğu gibi ‘fundamantalistik’ bir biçimde kurulduğunu ve kültür elitinin bağımlı hareket ettiğini iddia etmek yanlış olmaz. İster modernist olsun, ister tarihselci olsun bütün partiler kamu sahasında ideolojilerini hâkim kılma iddiasını taşırlar. Bu iddia açık olarak dile getirilmese de, parti örgütlerinin (ve parti yakın çevrelerinin) kamu işlevlerine müdahalesinde belirleyicidir. Bu sayede himayecilik güçlenir, informel ilişkiler siyasal amaçların arkasına gizlenir. Muhtevalar arasında pratikler açısından büyük bir farklılık yoktur. Siyasal akımlar (milliyetçi-islamcı-liberal) kendi kimlik prototiplerini inşa etmeye çalışırlar. Bu inşa süreci, bütünsel bir muhtevaya sahip gözükse de, pratikte her
otoritenin kendi patronajını pekiştirdiği, karmaşık, farklı unsurlar da içerir. Örneğin akademik bir sorgulamanın sonucu gibi gözüken usçuluk, bilimcilik de tıpkı ideoloji gibi işlev görebilir, yönetim erkini paylaşmaya hizmet edebilir. Bu nedenle demokratik siyasal ortamın temsil iddiası, ne kadar güçlü dile gelirse gelsin, kamusal bağlamı daraltan seçkinci kamusal pratiklere yol açar. Kamusal gücün kaynağı, çoğulcu açık bir yapı değil, siyasal farklılıkları hakikatlere dönüştüren, karşı-entelektüel pratiklerdir. Popülizm ‘halka ait’ bir muhtevaya değil, dar bir alanda sorgulanamayan, ayrımcı kamusal süreçlere gönderme yapar; ortak bir kamusal özneye, yani halka sesleniyor-muş gibi gözükse de, tikelleşmiş bir kamu fikrini, bir zümrenin ayrıcalıklarını temsil eder.
KAMUSAL GÜCE BAĞIMLI MİMARLIK
Osmanlıcı-İslamcı muhteuanm modernist-arınmacı ekolü tasfiyesi… Bu kapsamda ele almak istediğim konu ‘kültür’ kavramının kimlik inşa edici rolü. Bu süreçte öğelerin (corpusun) seçimi ile karmaşık, heterojen bir kapsam hiyerarşik biçimde yeniden anlamlandırılır. Böylece gösteren (kültür) ile gösterilen (millet) tarafı iki ayrı gerçeklik olarak kurgulanır. Bu süreçte bütün ideolojik mekanizmalarda olduğu gibi, ‘temsil’ gizli kalır. Böylece temsil etmeler yoluyla toplumsal gerçekliklerin (kimliklerin, geçmişin) inşa edildiğinin/edilebileceği tartışılmaz bir konu olarak algılanır. İnşa sürecinde genellikle aranan tipik özellikler ‘milli kimliği’ en iyi yansıtan örneklerin arayışıdır. Örneğin Tarihi Evleri Koruma Haftası etkinliklerinde (2006) sunumu yapılan ‘Osmanlı Mahalleleri’ projesini Prof. Dr. Cengiz Eruzun “burada yaşayanlar bizim kimliğimizi yansıtacaklar” diyerek açıklar. Dolayısı ile kamusal güce bağımlı olan mimarlık ulus devletin inşa süre-cindekine benzer bir nitelik kazanır. Bu kimlik inşa sorunsalını akademik alandan bu muhtevaya gelen eleştiride de (örneğin Prof. Dr. Doğan Kuban’ın UNESCO olayını “yabancılar restorasyon işlerini Türk mimarlardan almaya çalışıyorlardı, engelledik” sözleriyle değerlendirmesinde) görmek mümkün: Bu eleştiri işin ayrıcalık sahibi uzmanlara bırakılmasını savunmaktan ileri gitmez ve gene arınmacı ‘İkinci Milli’ tezlerine benzer korporatist bir yaklaşım sergiler. Bu nedenle Türkiye’de ‘kültürel miras’ kapsamında süren tartışmaların da bu nedenle tarihselci-millici çerçeveden akademik bir alana taşındığı söylenemez.
Kültürel miras kauramı güncel kültürün bir alanı olarak görülebilir mi? Uluslararası akademik gündemde ise uzun süredir güncel sanatta olduğu gibi, bu hakikat arayışından (yani kültürün toplumsal gerçekliğin bir ifadesi olmasından) kültürün çoklu göreliliğine doğru bir kayma gerçekleştirdiği görülüyor. Sonuç olarak ‘kültür’ kavramının iki ayrı kullanım biçiminin olduğunu varsayabiliriz: Bunlardan birincisi modernleşme sürecinde, milli kimliğin oluşumunda ortaya çıkan bir icad olarak ‘kültür’ kavramı. İkincisi ise bir farkındalık içeren, bir entelektüel pratik olarak (güncel) kültür.
Bu karşıtlıktan dolayı Türkiye’de kamusal alandaki uygulamalarla uluslararası program ve konvansiyonların yarattığı çelişkiler giderek daha belirgin hale geliyor. İktidar gücünü yanına alan uzmanlar ise bu çelişkiyi kendi konumlarını muhafaza etmek amacıyla ‘yabancıların dayatması’ olarak göstermeye çalışıyorlar. UNESCO Dünya Kültür Mirası Listesi’nde yer alan İstanbul’un son dönemlerde yaşadığı sorunlar da bunun tipik bir örneği.
Kültür mirası konusu sanki güncel kültürün, yaratıcı sorgulamanın konusu değil, kapalı ilişkilerin kamusal güçle elde edilen ayrıcalıkların savunusunu içeren bir ‘muhafazakarlık’ türüymüş gibi gösteriliyor. Bu da kamusal alanların kapanmasını, halkın uzmanlıklardan yararlanamamasını getiriyor. Oysa güncel kültür bu temsil yanılsamasını çözer, siyaseti demokratikleştirir. Katılımcı-yaratıcı süreçleri harekete geçirir. Bu nedenle uzmanların ‘kamuya dokunurken’ bağımsız kalmaları profesyonelliklerinin bir gereği olarak görülmeli.