Prof. Dr. Güven Arif Sargın: Neoliberal modeller iklim krizini çözemez - MİMDAP
Ana Sayfa Bağlantılar Biz Kimiz İletişim Mimar İş İlanları
ANA SAYFA
Prof. Dr. Güven Arif Sargın: Neoliberal modeller iklim krizini çözemez
Share 27 Eylül 2021

İklim krizi son zamanlarda yangın ve sel gibi büyük felaketler nedeniyle en çok tartışılan konulardan. Prof. Dr. Sargın neoliberal kent politikalarının iklim krizini çözemeyeceği görüşünde. Sargın, “Kentin sermayedar sınıflarca açık bir işgali söz konusu ve süreç her türlü düzlemde acımasızca yürürlükte. Kent topraklarının bu işgalden süratle kurtarılması gerekiyor” diyor.

 

 

 

 

 

Son dönemde yaşanan orman yangınları ve sel gibi iklim krizi kaynaklı felaketler gelecekte olabilecek ekolojik, sosyal, siyasi ve ekonomik sorunların habercisi. Neoliberalizmin kentleşme pratiklerinin büyük payı olan bu felaketler kapitalizmin doğayı sömüren işleyişiyle önümüzdeki zamanlarda sık sık karşılaşabileceğimiz olaylar. Kentleşme süreçlerinin iklim krizi üzerindeki etkilerini, işçi sınıfının iklim kriziyle mücadeledeki rolünü ve mimarlar ile mühendislerin üzerlerine düşen sorumluluklar hakkında ODTÜ Mimarlık Bölümü’nden Prof. Dr. Güven Arif Sargın ile konuştuk.

 

 

2050 yılına kadar dünya nüfusunun yüzde 62’sinin kentlerde yaşayacağı tahmin ediliyor. Bu durumda kentleşmenin iklim krizi üzerindeki etkileri neler olabilir?

 

 

 

İstatistikler bize küresel ölçekte çok önemli bir kırılmanın yaşandığını gösteriyor. Türkiye’deki yansımalarının ise ciddi ve büyük ölçekte olduğunu biliyoruz. Resmi rakamlar Türkiye nüfusunun yaklaşık yüzde 92’sinin kentlerde, özellikle büyük şehirlerde ve ilçe merkezlerinde yaşadığını söylüyor. Bu inanılmaz bir rakam; sadece yüzde 7,8 gibi bir oran, şu an köy ve beldelerde, kısacası kırsalda yaşıyor. Sözünü ettiğimiz sorun; kapitalist iktisadi devinimin, birikim rejiminin ürettiği, tarihselliği olan bir olgu; özetle, kentle kır arasında var olan dengenin ciddi anlamda bozulması. Marks’ın öngördüğü şiddetli bir dönüşümü yaşıyoruz ve bunun toplumsal ve şüphesiz ki mekânsal bağlamda tezahürleri de söz konusu. Bu asimetrik koşulların 20. yüzyılın ikinci yarısından itibaren şiddetlendiğini de biliyoruz; Özetle, kırsalın şu an neredeyse içi boşaltıldı ve doğa tam anlamıyla bir tahakküm altında.. Sanayi Devriminin talep ettiği şehirlerden bu yana çok şey değişti: metropol sonrasında da megapollere dönüşen, ölçeksiz mekânsal yığınların ördüğü, ucu bucağı belli olmayan, yönetilemez ve dolayısıyla denetlenemez, yeni bir kentsel örüntü ve beraberinde kentsel pratikler bugünün genel geçer yapısını oluşturuyor. Resmi nüfusu 16 milyon olan bir İstanbul’dan söz ediyoruz. Ciddi anlamda katma değer üreten ikinci büyük kent Ankara’nın nüfusu ise 6 milyon ve nüfus yoğunluğu 200’ler civarında. Sadece bu veri bile ciddi bir sıkışmışlığın habercisi olarak okunabilir. Mevcut kentleşme süreçlerinin iklim üzerindeki etkisini okuyabilmek için, geri planda mevcut ekonomi-politiği doğru tahlil etmemiz gerektiğine inanıyorum. Kentin neredeyse biricik yaşam alanı olarak, mekânsal anlamda örgütlenmesinin arkasında yatan birikim rejimi ve ona paralel kapitalist kentleşme pratikleri sanırım öncelikli bir sorun olarak ele alınmalı. İklim bilimcilerin elinde daha somut veriler var; öte yandan mesleki perspektiften bakıldığında kırsal alanlar ve sonuçta doğa, mevcut kentleşme pratiklerinin hegemonyası, açık sömürüsü altında ve Marks’ın sözünü ettiği diyalektiğin yeniden oluşturulabilmesi için üst ölçekli siyaset alanlarına ihtiyaç duyuyoruz.

 

 

 

Sürdürülebilir kentleşme nedir? İklim kriziyle mücadele konusunda ne oranda/nasıl etkili olabilir? Dünyanın farklı yerlerinde bu doğrultuda atılmış adımlar neler, başarılı örnekler verebilir miyiz?

 

 

Ben bu konuya ihtiyatla yaklaşanlardanım. Bazı kritik sorunlar nedeniyle kabullere ihtiyatla yaklaşılması gerektiğini düşünüyorum. Bunlardan ilki, ısrarla dile getirdiğim gibi, meselenin öncelikle ekonomi-politiğine ilişkin ciddi bir altlığın oluşturulması gerekiyor. Eninde sonunda, neyin sürdürülebilir olması gerektiğine dair ilksel soru, geri planı işgal eden ekonomi-politiğe ilişkin ciddi bir söze gereksinim duyuyor. Kısacası kapitalizmin doğru okunması gerekiyor. İhtiyatlı olduğum bir başka konu da sürdürülebilirlik meselesinin sermaye sınıfı tarafından kullanışlı hale getirilmesiyle ilgili. Dolayısıyla, değil sorunun tahlili, sorunun hasıraltı edildiği yanılsamalı bir dünya söz konusu ve özetle, bu perspektiften bakıldığında da ihtiyatlı olmakta, kim hangi niyetle hangi enstrümanları kullanıyor diye sormakta fayda var. Öte yandan, sürdürülebilirlik artık tek bir şeye karşılık gelmiyor ve akademide de ciddi ve eleştirel bir külliyat oluştu: Yenilenebilir/sürdürülebilir enerji konusunda sermaye gruplarının bir kez daha ön plana çıkması, sözünü ettiğim yapısal açıdan bir başka tıkanmaya da işaret ediyor. Meselenin özüne dair bir sorgulamadan çok, kapitalizme içkin yapısal sorunları anlık çözmeye odaklanıyor ve sistemik krizleri aşmaya yönelik geçici enstrümanları harekete geçiriyor olabiliriz. Dolayısıyla bu noktada, biraz daha radikal düşünmeyi, ideolojik tercihlerim çerçevesinde devrimci programları harekete geçirmeyi, dolayısıyla meseleye daha köktenci yaklaşmayı tercih ediyorum.

 

 

 

Prof. Dr. Güven Arif Sargın

 

 

 

Tarım, madencilik, turizm, inşaat gibi sektörlerde faaliyet gösteren büyük şirketler, iklim krizini niçin ve nasıl etkiliyor ve bu krizi önlemek için nasıl bir dönüşüm gerekli?

 

 

 

Üst ölçekten bakıldığında, kitlesel her türlü operasyonun, örneğin kitle turizminin yarattığı kültürel ve doğal tahribat ciddi boyutlarda. Kitle turizminin itici gücüyle büyüyen havacılık sektörünün bıraktığı karbon ayak izi ise inkâr edilemez. Madencilik alanında ise, yaratılan doğa tahribatı ve onun tetiklediği toplumsal barışı tehdit eden çatışmaları yakından takip ediyoruz. İnşaat ve dolaylı olarak tarım sektörüne gelirsek, “kentsel devrim” bu bağlamda ciddiye alınabilecek bir teorik açılımı içeriyor; toprağın, kentleşme süreç ve pratikleri içinde ciddi anlamda tahrip olacağına dair devrimsel bir kırılma noktasına işaret ediyor. Bu perspektiften bakıldığında inşaat ve onunla birlikte tarım ve hatta madencilikle ilgili daha kapsayıcı bir sözümüzün olabileceğini düşünüyorum. Örneğin, 1980’ler, kendi coğrafyamız için ciddi bir dönüm noktası; çünkü küresel sermaye hareketlerine eklemlenmeye çalışılan bir sürece karşılık geliyor. Bu perspektiften bakıldığında, Türkiye’nin başına gelenler sonuçta hepimizin malumu: Türkiye’nin son 20 yıllık ekonomi-politiğine dikkatle bakıldığında, ülkenin birikim rejiminin kent toprağına dayalı olduğunu görüyoruz. Bu sürecin iki önemli aracısı var: Emlak ve inşaat sektörleri. Emlak, sermaye hareketi ve birikiminin kesintisiz ve sağlıklı bir şekilde gerçekleşebilmesi için, kendi düzenlemelerini de oluşturan çok önemli bir ajan. İnşaat sektöründe ise, daha da ilginç bir durumla karşı karşıyayız. Yakın zamanda inanılmaz bir veri paylaşıldı: AB sınırları içinde müteahhit sayısı 50 binden az iken, Avrupa Birliğinin lokomotifi Almanya’da sadece 3 bin 500, Türkiye Cumhuriyeti’nde ise bu sayı 500 bine yaklaşıyor. Bu inanılmaz bir rakam, ancak bunun marazi bir durum olduğunu kabul etmemiz gerekir. Artık hepimizin malumu, mevcut siyasi iktidar, inşaat sektörünü birikim rejiminin lokomotifi olarak kabul etti ve ona işlerlik kazandırdı. Yüzlerce, binlerce iş-kaleminin olduğu bu alan doğal olarak ciddi bir işgücü oluşturuyor ve istihdam sağlıyor; kısacası Türkiye’nin kalkınmaya odaklı ekonomisini döndürüyor. Dolayısıyla inşaat, başka bir deyişle yıkarak yapma pratiği, sürdürülebilirliği belirsiz, fakat siyasi iktidarın ikbali için kurtarıcı bir üretim aracına dönüştü. Her şeye rağmen, örneğin iklim değişikliği perspektifinden bakıldığında, bölgesel ölçekte yaratacağı ciddi tahribata ilişkin tüm bilimsel verilere karşın, hala Kanal İstanbul tartışmasını yürütüyorsak, arka planda sözünü ettiğim alaturka ekonomi-politiğin varlığı söz konusu. Özetle, Türkiye’nin son 20 yılda geldiği nokta bu. Bu ısrarın arkasında, ciddi anlamda sıkışmış olan ekonomiyi yeniden döndürme ve uzun süredir devam eden krizi aşabilmeye yönelik bilinçsiz bir beklenti var. İktidar, emlak ve inşaat üzerinden bu ve benzeri krizleri aşabileceğine ve “normale” dönebileceğine inanıyor.

 

 

 

İklim felaketlerinin en çok büyük kentlerde yaşayan yoksul kesimleri etkilediğini görüyoruz. İşçi sınıfının iklim krizi ile mücadeledeki rolü neler olabilir?

 

 

Mimarların, işçi sınıfının diğer özneleriyle ittifaklar yapması ve daha büyük ölçekli kolektif bir yapı üretmesi gerektiğini düşünüyorum. Size anlattığım bütün bu hikâyede çıkış yolunun da, kendisini bu sınıfsal ittifak içinde gören özneler vasıtasıyla olabileceğini düşünüyorum. Şu anki ekonomi-politiğin bize dikte ettiği koşullar altında ve onun sınıfsal formasyonları aracılığıyla bir anlamda zenginleşen burjuva sınıfının, mevcut sorunlara çözüm üretme konusunda başarılı olamayacağını görüyorum. Zaten sorunları yaratan burjuva sınıfı. Kent toprağı vasıtasıyla spekülasyona yol veren ve nihayetinde rant elde eden ve pandemi süreci dahil her daim zenginleşen burjuvaziye karşı ittifak kurmuş işçi sınıfı öznelerinin, durumu doğru tahlil edebilecek kapasiteye sahip olduğuna ve ortak akıl yürütebileceğine inanmak istiyorum. Bütün bu çevresel ve kentsel tahribatın yarattığı koşullar altında en büyük mağdurların işçi sınıfı olduğunu biliyoruz. Yoksul kesimlerin; örgütsüz, güvencesiz işçi sınıfının da en fazla mağduriyet yaşayan kesim olduğunun hepimiz farkındayız. Bu mağduriyeti üreten ekonomi-politiğin ilga edilmesi, öznelerinin; özellikle burjuvazinin ve yönetici siyasi elitin sorumluluğunun yüzlerine vurulması gerekmez mi? Biz bu sorumlulukları onlara her daim hatırlatacağız. Bütün bu mağduriyetlerin bir bedelinin olması ve nihayetinde ödenmesi gerekiyor.

 

 

“Akıllı ya da yaratıcı şehirler” gibi neoliberal sistem sınırları içinde öne sürülen alternatif modeller bu mücadelede etkili olabilir mi, ne kadar etkili olabilir?

 

 

Bu terimler, neoliberalizmin ideolojik enstrümanlarınca ve kapitalist birikim rejiminin kısır dünyasınca tanımlandığı ve işler hale getirildiği sürece bir anlam ifade etmiyor. Tekrar etmem gerekirse, zaten bu kavramların birçoğu da her kriz anında ortaya atılan kavram demetleri değil mi? Sürekli olarak bu kavram ve söylemler aracılığıyla mevcut ekonomik, siyasi ya da sosyal krizlerin aşılmasına çalışılıyor. Bunun ötesinde, bu kavramların altını dolduracak akademik ve/veya toplumsal bir mutabakatın olması gerektiğine dair bir beklenti de söz konusu. Yalnızca Türkiye’de değil, bütün dünyada, bu ve benzer temaları içerecek biçimde akademik programlar açılıyor. Devlet ya da özel sektör tarafından büyük kaynakların aktarıldığını da biliyoruz. Örneğin, YÖK’ün bu ve benzeri konuları öncelikli araştırma alanları olarak yakın zamanda tanımladığına da tanıklık ettik. Şüphesiz ki, bilimsel araştırma amacıyla akademik ortamlara daha fazla kaynak ayrılsın. Ancak öte yandan, bu araştırma kime yarar, ne kadar toplumsal fayda üretecek diye sormakla da yükümlüyüz. Toplumsal fayda üretmeyen akademik bir uğraşının sorgulanmaya muhtaç olduğuna inanıyorum.

 

 

***

 

 

Sermaye kentleri işgal etti

 

 

 

İklim krizinin önüne geçilememesi durumunda kentler sosyal, politik ve ekonomik alanlarda nasıl etkilenecek?

 

 

 

Kapitalist üretim formu ve özellikle ona takılı neoliberal ideolojilerin tetiklemesiyle daha da azgın hale gelen kent toprağına dayalı birikim rejiminin siyasi ve sosyal tezahürlerinin son derece yıkıcı bir biçim aldığını söylemeliyim. Bu, gerçekte neredeyse önlemez bir sonuç. Sermaye kent toprağı vasıtasıyla birikiyor; sözünü ettiğim döngünün hızlı, etkili ve verimli bir biçimde kurulabildiği yer, kentsel mekân ve hiç şüphesiz ki kentin hinterlandını yapan kırsal alan ve sonuçta doğa. Kentin sermayedar sınıflarca açık bir işgali söz konusu ve ikincisi kent toprağının metalaşmasıyla ilgili süreç her türlü düzlemde acımasızca yürürlükte. Dolayısıyla öncelikli olarak, kent topraklarının bu işgalden ve metalaşma sürecinden süratle kurtarılması gerekiyor. Bunun nasıl gerçekleştirilebileceğine ilişkin tasavvurların sol siyasetin düşünsel mecrasında yeteri kadar tahlil edilip, tartışmaya açıldığını biliyoruz. Günümüzde sıklıkla deneyimlediğimiz, özellikle sosyal çatışmalar, eşitsizliğin ve adaletsizliğin sonucu; çünkü biliyoruz ki, kapitalist kentleşme pratikleri yakın dönem sınıfsal formasyonların ve sonuçta sınıfsal çatışmaların en önemli aracısı konumunda. Türkiye özelinde bakarsak, aynı sorunla karşı karşıya olduğumuzu rahatlıkla söyleyebilirim: sermaye sınıfsal ayrışmayı kent toprağı üzerinden çok daha kolay bir biçimde ve süratle yeniden üretiyor. Birincisi birikim rejimine ve sermaye hareketlerine ve ikincisi kent toprağının metalaşmasına karşı bir sözümüzün olması gerekir. Bu nispette, gündelik hayatımızı dahi işgal eden bütün bu sınıfsal meseleye ve ona bağlı bir biçimde cereyan eden sosyal çatışmalara dair bir iddiamız olabilir.

 

 

 

 

 

Kaynak : Birgün

2 Yorum
  1. Neoliberal Model tabi dünyada iflas etti. Model derken aslında sistem iflas etti ama bunu gözden kaçırmak için farklı yollar deniyorlar. İklim krizi, hem dünyanın döngüsü açısından girdiği periyodta hem de kapitalist sistemin dünya kaynaklarını acımasızca tüketmesi-bozması önlenemez bir krize yol açıyor.

    alev küçükkaya | 29 Eylül 2021

  2. Neoliberalizm kapitalizmin en vahşi biçimlerinden biri. Özellikle doğal kaynakları mallaştıran, yurttaş kullanımından çıkaran, sonuna kadar tüketen ve yarını hiç düşünmeyen bir sistemdir. Çökmüş olması teorik bir konudur, doğa savunucuları olmadığı sürece kar güdüsünden başka hiç bir kutsalı olmayan kapitalistlerin aynı yağmayı sürdürmesinin önüne geçilemez.

    Cem Tataroğlu | 1 Ekim 2021


Yorum yazmak için


  Avustralya’nın Melbourne kentindeki Penleigh ve Essendon Gramer Okulu’ndaki (PEGS) Müzik Merkezi, McBride Charles Ryan’ın (MCR) PEGS Kampüsleri genelindeki bir dizi girişiminin bir parçasıdır. 

Copyright © 2024 All Rights Reserved | Mimdap.org