Mekânsal ve kültürel olarak Ankara’yı muhafazakârlaştırma, İstanbul’u da muhafazakâr yönetimin merkezi haline getirme çabaları sürekli gündemde kaldı. Bilhassa Ankara’ya müdahale modernleşmeci tecrübe ile bir hesaplaşmanın konusu haline geldi. Kentin amblemi de bu gerilimli süreçte değiştirildi.

 

 

 

 

 

Charles Dickens’ın romanına referansla iki şehrin hikâyesi, Türkiye’nin son yüz yılında iktisadi olarak en gelişmiş kenti olan İstanbul’u ve yeni devletin merkezi olarak inşa edilen Ankara’yı tartışmak için herhalde uygun bir ifadedir. Türkiye’de kent literatürünün en çok konu edindiği şehirlerin başında da yine İstanbul ve Ankara gelir. Zira ikisi de çeşitli özellikleriyle Türkiye kentleşmesinin ve ekonomik/politik sistemin temsili mekânsal örnekleridir. Gerçekte Türkiye siyaseti, ekonomisi, kent hayatı, toplumsal gerilimleri, kimlikleri vb. büyük ölçüde bu örneklere ve onlara atfedilen rollere göre tanımlanmıştır. Bu eğilim akademi için de geçerlidir.

 

 

Bütün bu öykülerde kimliği tercüme etmek kadar kimlik giydirme girişimleri de etkilidir. Mesela bazı metinlerde Ankara eril, İstanbul dişil bir şehir olarak tarif edilmiştir. Zira Ankara’da devletin görünür olduğu izler baskındır ve o da eril bir tarza işaret eder. Ama İstanbul farklıdır. Tepeleri, Boğaz’ı, kıyıları hep bir dişil anlatının konusu olmuştur. Bir yönüyle şehrin canına okuyan köprüleri bile “gerdanını süsleyen zarif kolyeler” olarak tanımlanmıştır.
Dahası da var. Ülkedeki politik geleneklerin iki şehri tanımlama biçimleri Ankara ve İstanbul’u belleklerde yeniden kurmayı hedefler. Bu yöndeki pratikler de iki şehri bir tür politik yarılmanın konusu yapmış; iki şehrin imgeleri, politik kutupların bu mekânlara yüklediği özel anlamın merkezine oturmuştur. Bu imgesel anlamı politik aktörlerin söyleminden de takip edebiliriz. Söz konusu söylemin özeti şudur: İstanbul geleneğin, Ankara modernizmin şehirleridir. İstanbul imparatorlukların, kadim kültürlerin; Ankara ise batılılaşma arzusu ile kurulan yeni devletin modern şehridir. İki şehir böylece keskin düşünsel/siyasal ayırımların konusu olmuşlardır.

 

 

 

İki başkentli bir ülke olmak

 

 

 

Modern ulus devletlerin inşası ile başkentlik olgusu arasında doğrudan bir bağ vardı. Her ulus devletin var olma halinin en önemli kanıtlarından birisi, bir başkente sahip olmasıydı. Devletler için başkentlerin belirlenmesinde güvenlik faktörünün bunca etkili olmasının nedeni de buradan gelir. Kuşkusuz bir ülkenin başkenti olmak, şehre bir tür liderlik payesi de kazandırır.

 

 

 

Ankara ve İstanbul’un başkentlik öyküleri de son derece ilginçtir. Kurtuluş savaşının sürdüğü gerilim dönemlerinde; 1919’dan halifeliğin kaldırıldığı 1924 yılına kadar Türkiye, aslında iki başkentli bir ülkeydi. İslam’ın merkezi İstanbul’da, modern devletin merkezi ise Ankara da idi. 13 Ekim 1923’te Ankara yeni rejimin başkenti ilan edildiğinde bile Halifelik devam etmekteydi ve İstanbul İslam’ın başkentiydi.

 

 

 

Yeni devletin başkenti olarak belirlendiğinde Ankara, artık rejimin politik tercihlerine göre inşa edilecekti. 1927 yılında Ankara’nın imar planı için yapılan uluslararası yarışmayı, ülkeye davet edilen Alman planlamacı Hermann Jansen kazanmıştı. Diğer kapitalist ülkelerde ve sosyalist şehir örneklerinde olduğu gibi Cumhuriyet’in modern başkenti de planlanarak inşa edilecekti. Şehirdeki yıkımlar ve yangın hadiseleri de aslında büyük ölçüde bu yeniden inşa ile ilgiliydi. Bu politik tercihe göre Ankara yeni kimliği ve işlevleriyle modern Cumhuriyet’in ve Türk ulusunun şehri olacaktı. Elbette batı modernleşmesinin biçimlendirdiği örneklere benzeyecekti ama katiyen geleneksel İstanbul’a benzemeyecekti ki bu vurgu pek çok Cumhuriyet elitinin söyleminde de yer almıştı.

 

 

 

‘Eski’ İstanbul ‘yeni’ Ankara

 

 

Dönemin kent yazınına bakıldığında Ankara ve İstanbul imgeleri farklı anlamlar yüklense de genellikle ‘eski’ ve ‘yeni’ kavramları içinde anlam bulmuştu. Geleneksel pencereden ‘eski’, köklere işaret eder ve bu olumsuz bir anlam değildir. Fakat modern yaklaşımda eski genellikle olumsuz imgelerle yüklüdür. Bu imgesel yarılmada Ankara yeninin, İstanbul eskinin şehri olarak kodlanmıştı. Dolayısıyla modern bir şehir kurmak, kendi karşıtı ile ilişkili bir dil ve söylemin üretilmesine yol açmıştı. Eski ve yeninin çarpıştırıldığı bu söylemde, şehircilik ‘yeni’ sayılan bütün unsurların içinde toplandığı bir kap gibiydi. Mesela Fransızca, İngilizce ve Almanca yayınlanan La Turquie Kemaliste dergisinde Türkiye’nin “şarklılıktan kurtulma” başarısı özel olarak işlemişti ki şehir ve mimari bu söylemde özel bir yer alıyordu. Dergide net şekilde “Ankara geleceğin, İstanbul geçmişin şehridir” diye yazılmıştı. Görkemli modern binaların fotoğrafları ile yasaklanan medreseler ve harap binaların fotoğrafları bir arada veriliyordu. Sibel Bozdoğan’ın detaylı şekilde aktardığı gibi Cumhuriyet’in tekstil fabrikaları, enerji santralleri ve zirai makineleri, eski imparatorluğun perişan çiftçi ve zanaatkâr tasvirlerinin karşısında, gururla sergileniyordu. Kerpiç kulübe fotoğraflarının altında “imparatorluğun eski köyleri” ifadesi ve yanına da Ankara’nın yeni üç şeritli bulvarlarının fotoğrafları veriliyordu.

 

 

 

Aynı şekilde bir Cumhuriyet kenti olarak Ankara’nın temizliği, eski İstanbul’un tozu toprağı ile karşılaştırılarak övülüyordu. Beş yüzyıl boyunca imparatorlukta iktidarın ve dini otoritenin merkezi olan İstanbul, her bakımdan Ankara’nın ötekisiydi. Yeni başkentin ahlaki üstünlüğü ve idealizmi, İstanbul’un “hanedan gelenekleri, kozmopolit kirlenmişliği ve soysuzlaşmışlığı” ile karşı karşıya konuluyordu. Çağatay Keskinok’un aktardığına göre Mustafa Kemal de ‘İstanbul, tabii genişliği ve nüfus yoğunluğuna uygun yönetim örgütüne sahip olacaktır fakat hiçbir zaman üstün ve seçkin bir şehir gibi yönetime sahip olamayacaktır’ demişti. Kısaca Ankara o kadar büyük övgünün konusuydu ki o yıllarda sıklıkla “bugünün ve yarının Türkiye’sini tanımak isteyen, ilk trenle Ankara’ya gitmelidir” diye yazılıyordu.

 

 

 

Bütün bu çabaların gündelik toplumsal hayatla doğrudan ilgisi vardı kuşkusuz ve bunlar da çeşitli biçimlerde resmediliyordu. Mesela ilgili yazına göre kadınlar bu yeni ve modern kentsel hayatta görünür hale gelmişlerdi. Kadınlar Birliği’nin kurucu üyesi Nezihe Muhittin de kadının modern hayattaki yerini anlatmak için yine eski-yeni imgesini kullanmış; 1931’de yayınlanan Türk Kadını adlı kitabında eski ve yeni kadınlar arasındaki karşıtlığı anlatmıştı: On beş sene evvelki kadın, hüviyetiyle de kıyafetiyle de bir “öcü”den başka ne idi? Bugünün kadını böyle midir? Kıyafeti medeni, hüviyeti medeni. Dün doktora görünmeyi bir hicap ve günah addeden kadın bugün bizzat doktor olmuştur.

 

 

 

Modern şehirleri planlamak ve Ankara

 

 

 

Referansını aydınlanmadan alan modernleşmeci politika şehirleri, ülke planlamasının parçaları olarak ele alıyordu. Bu yüzden şehircilere ve planlamacılara duyulan ihtiyaç üst seviyedeydi. 1938’e kadar çoğunluğu sanayi planlarında bölgesel gelişme ile ilişkili demiryolu ağı ve liman olanakları açısından önceliği olan 29 kent planlanmıştı: Acıpayam, Adana, Adapazarı, Afyon, Akçay, Akhisar, Alaşehir, Ankara, Antalya, Aydın, Ayvalık, Balıkesir, Bandırma, Bayındır, Besni, Bitlis, Bolu, Bolvadin, Boyabat, Buldan, Burhaniye, Bursa, Ceyhan, Çankırı, Çetinkaya, Çubuk, Denizli, Diyarbakır, Edirne, Edremit, Emet, Emirdağ, Erbaa, Fethiye, Florya, Gaziantep, Gerede, Gölcük, İstanbul, İzmir, İzmit, Kalamış, Karacabey, Karacasu, Kayseri, Keşan, Kızılcahamam, Kütahya, Malatya, Manisa, Mecidiyeköy, Mudanya, Muğla, Nazilli (Aşağı Nazilli ve Yukarı Nazilli), Niğde, Orhangazi, Safranbolu, Salihli, Samsun, Sandıklı, Sarayköy, Sinop, Sivas, Susurluk, Şuhut, Tarsus, Tatvan, Tokat, Trabzon, Uşak, Yalova, Zonguldak. Bu planlama politikasının etkisiyledir ki 1930’lu yıllardaki şehir kartpostalları; kamusal mekânları, havuzları, gazinoları, çay bahçeleri, hayvanat bahçeleri ve lunaparklarıyla, her yaş, sınıf ve cinsiyetten insanların gezinmeye, geldikleri popüler mekânları resmediyordu.

 

 

 

1930’lar Ankara.

 

 

 

Ankara’nın planlanmasında ise ulusal imgeler çok daha baskındı. Bakanlıkların bulunduğu bölgenin adı Devlet Mahallesi idi. Şehirde geniş bulvarlar ve ana arterler açılmıştı. Bu bulvar ve ana arterlerin, trafiği düzenleyici işlevlerinin hayli ötesinde simgesel anlamları vardı. Kuzey-güney eksenindeki Gazi Bulvarı kentin gelişeceği yeni yönleri belirlerken, İstasyon Caddesi tren garını bulvara bağlıyordu. Tren garı kentin simgesel giriş kapısıydı. Planlamada Ankara Kalesi önemli bir tarihsel başvuru noktası olarak ele alınmıştı. Ankara Garı’ndan başlayarak tarihsel kente bakış ekseni üzerinde, Stadyum ve Gençlik Parkı, TBMM ve Ankara Palas yer almaktaydı. Yine Hipodrom ve Opera Binası (Sergi Evi) bu eksen üzerindeydi.

Bugün Sıhhiye ve Ulus arasında kalan Gençlik Parkı da bu planlamanın önemli bir parçasını oluşturuyordu. 19 Mayıs 1943’te açılan park, Ankara Garı karşısında inşa edilmişti. İstasyon bataklığın ortasından geçen toprak yolla Ulus’a bağlanıyordu. Park bu bataklığın üstünde, tüm yabancıların “Cumhuriyetin modern başkentiyle” ilk tanıştığı yerde onları karşılayan ve modern ve cazip atmosferini yansıtan, aynı zamanda rejimin ideallerini temsil eden bir mekân olma işlevini üstlenecekti.

 

 

 

Geleneksel şehre modern kimlik giydirmek

 

 

 

Cumhuriyet’in, modern Ankara’nın inşası için yoğun bir mesai harcadığı yıllarda İstanbul adeta kendi haline bırakılmış gibiydi. Fakat bu ‘eski’ şehrin de bir taraftan ‘yeni’ yani modern seviyeye getirilmesi gerekiyordu. İstanbul’u modernleştirmek ya da daha doğrusu bir ulusal kent haline getirmek için türlü siyasi pratikler geliştirilmişti. Bu millileştirici politika ve pratikler kentteki toplumsal hayatı derin şekilde etkilemekteydi.

 

 

 

Modern ulus devletin resmi dili Türkçe idi ve dolayısıyla vatandaşların da Türkçe konuşması gerekirdi. Oysa İstanbul kozmopolit bir şehirdi. Nüfus sayımlarının da gösterdiği gibi şehrin yerlisi kadim kültürler ve diller vardı ve bunların etkisini kentin gündelik ortamında yaşamak kaçınılmazdı. Fakat bu dil ve kültürlerden gelen vatandaşların artık kendi dillerini bırakmaları gerektiği savunuluyordu. “Vatandaş Türkçe konuş” kampanyalarıyla tek dille konuşan ulusal memleket yaratma arzusu, İstanbul’da da inşa edilmeye çalışılmıştı.

 

 

 

Aynı şekilde İstanbul’da Türk ulusal kültüründen olmayan geleneksel kurum ve aktörlerin tasfiye edilmesi ve ekonominin millileştirilmesi hedeflenmişti. Bu da bazı yasal düzenlemeler ve fiili uygulamalarla İstanbul’da bu da bir şekilde ‘halledilmişti’.

 

 

 

İstanbul’un modern ulusal kimlikle uyumlu olmayan bir özelliği de toponomisiydi. Şehrin mekân isimleri doğal olarak geleneksel dil ve kültürlerin izlerini taşıyordu. İlçeler, mahalleler, caddeler, sokakların isimleri çoğunlukla Müslüman olmayan kültürlerin isimlerini taşıyordu. 1925 yılından başlayarak bu alana da bir neşter atıldı. Şehirde geleneksel isimlerin yerini çoğunlukla Türk ulusal kimliğine gönderme yapan yeni isimler aldı. Bu politikalarla kent belleğinin ulusal kimliğin lehine dönüştürülmesi hedeflenmişti.

 

 

 

Modernleşmeci tahayyül İstanbul’a pek çok yönden müdahil oldu elbette ama yine de şehrin genetiği geleneksel olanın baskın formlarını hem mekânsal hem de toplumsal olarak korumaya devam etti. Ötesinde şehir bu imgelerle sürekli yeniden üretildi ve hem gündelik hayatta hem de ve bilhassa politik tahayyülde bu özelliğiyle yer almaya devam etti.

 

 

Sonuç

 

 

 

İki şehrin öyküsü sadece modern dönem deneyimleriyle sınırlı değildir elbette. Türkiye’nin çok partili hayata geçişiyle birlikte neredeyse istikrarlı şekilde ülkeyi yöneten muhafazakâr parti ve iktidarlar, her iki şehre kendi kimliklerini giydirmek için muazzam bir enerji harcadılar. Mekânsal ve kültürel olarak Ankara’yı muhafazakârlaştırma, İstanbul’u da muhafazakâr yönetimin merkezi haline getirme çabaları sürekli gündemde kaldı. Bilhassa Ankara’ya müdahale modernleşmeci tecrübe ile bir hesaplaşmanın konusu ‘haline geldi. Kentin amblemi de bu gerilimli süreçte değiştirildi.

 

 

 

Fakat ne olursa olsun mekânsal ve kültürel müdahaleler ile kimlik giydirme deneyimleri şehirlerin dokusunu tümüyle değiştirebilmeyi başaramamıştır. Esasen sosyolojik olarak da bu olanaksızdır. Şehir(ler) her halükarda temel niteliklerini bir ölçüde korudu. Her iki şehrin kültürel dokusu ağır müdahalelere rağmen bugünlere gelebildi.

 

 

 

Fakat yine de Ankara modern seküler hayat tarzı içinden gelenler için bugün ne kadar bir tercih mekânı ise İstanbul’da muhafazakâr kesimler için ideal başkent olma imgesini hala koruyor. Ankara modern bir ülke olarak Cumhuriyet Türkiye’sinin başkenti, İstanbul da kaybedilmiş geleneğin bir gün yeniden tesis edileceği başkent olarak politik söylemlerde ve belleklerdeki yerini koruyor. Dolayısıyla iki şehrin hikâyesi siyasal, mekânsal, toplumsal gerilimlerin konusu olmaya devam edecek görünüyor.

 

 

 

 

 

Kaynak : Birgün

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir