Yeniden 17 Ağustos depremini anımsarken

 

 

 

 

 

Acil olarak yapılması gereken, siyasi erkin iradesini ortaya koyması, üniversiteleri, meslek odalarını, sivil toplum örgütlerini ve ilgili diğer aktörleri bir masa etrafında toplayarak, uygulanabilir planlama ve örgütlenmeleri yaparak harekete geçirmesidir. Ülkemizin mühendisleri, mimarları ve şehir plancıları bunları başarabilecek teknik beceri, bilgi birikimi ve deneyime sahiptir.

 

 

 

Yaşanan ve yaşanması beklenen her doğa olayının bir doğa felaketine dönüşmesi ülkemizde artık olağan hale getirilmektedir. Ortaya çıkan felaketlere baktığımızda ise yaşanan bu olaylara karşı hiçbir şey yapılamayacağı gibi topluma bilimdışı bir çözümsüzlük dayatılmaktadır. Defalarca tekrarlanan kar felaketleri, su baskınları, heyelanlar, tren kazaları, cinayet niteliğine dönüşen trafik kazaları, banka faciaları, devalüasyonlarla etkilerini gösteren ekonomik depremler vb…..

 

 

 

Her açıdan günlük yaşamımızın bir parçası haline getirilmektedir. Duruma bakıldığında devletin ve yerel yönetimlerin başında bulunanlar açısından bu olayların suçluları bellidir. Depremde, Veli Göçer türü müteahhitler, kar felaketlerinde yola çıkan sürücü ve yayalar, tren kazalarında kurallara uymayan makinistler, banka facialarında birkaç sıradan holding yöneticisi, sel felaketlerinde ise evini dere yatağına yapan vatandaş. İşin sorumluluk merkezinde bulunan, her türlü planlamayı ve uygulamayı yapan, kamu adına denetimi gerçekleştiren kurumlar ve kişiler, bu olaylarda hiçbir sorumluluğu olmayan gayet başarılı yöneticiler olarak kamuoyunda boy göstermektedir.

 

 

Önceden önlem almak bir bilimsel kültür ve bilimsel eğitim meselesidir. Bilim insanının rolü bu anlamda çok daha önemli hale gelmiştir. Bilimin tanımı gereği, bilinmeyeni araştırmak ve açıklamak, sonuçlarını anlaşılır şekilde kamuya ve halka anlatmak, dolayısıyla günlük yaşamın bir parçası yapmaktır. Bu misyon içinde bilim insanın daha doğru tanımıyla aydınların öncülük yapması gerekli hale gelmiştir. Deprem ve diğer afetlerde temel sorun bilime ve mühendislik kurallarına uyulmadan yerleşime açılan yaşam alanlarıdır. Yani yaşanan büyük felaketler ve riskler yine insan eliyle oluşturulmaktadır.

 

 

Bugüne değin yaşanan felaketlere baktığımızda uygulamaların denetiminde görevli olan mühendislerin, mimarların ve şehir plancılarının görevlerini yeterince yapamadıkları söylenebilir. Bu mühendis, mimar ve şehir plancılarını yetiştiren üniversitelerimizin de bu anlamda bir özeleştiri yapması kaçınılmaz olmaktadır. Genel anlamda bakıldığında, afetinden ekonomisine, sağlığından sporuna ve siyasetine, ülkemizde istenen başarı düzeyine bir türlü ulaşılamamaktadır. Ülkelerin geleceklerinde belirleyici olan entelektüel ve aydın birikimi mi yetersizdir? Bu sorunun yanıtını her türlü kaygıdan uzak, açık biçimde vermek için bu konu üzerine kafa yorulması ülkemizin geleceği için hayati önem taşımaktadır. Bu bir süreç ve yeni bir eğitim anlayışını hayata geçirme sorunudur. Kuşkusuz eldeki olanakları en iyi bir şekilde planlayarak kullanma çabalarına devam edilmeli, mücadele tüm aktörlerin gerçek katılımlarıyla sürdürülmelidir.

 

 

 

Geçen beş yıllık süreye bakıldığında, mühendislik açısından istenilen düzeye varılamamıştır, Marmara ve çevresindeki yerleşim bölgelerinde başta okul hastane ve diğer stratejik yapıların mühendislik ölçütlerine uygun biçimde durumları belirlenememiştir. Onarımların olmazsa olmaz olan mühendislik koşulları, uygulanması zorunlu kurallar haline getirilememiştir. Afet Yönetimi ile ilgili önemli gelişmeler sağlanmasına karşın, eşgüdüm ve sivil toplum örgütlerinin planlamalar içine katılımında istenilen düzeye varılamamıştır. Marmara ve özellikle depremi daha etkili yaşayan yörelerde ciddi psikolojik sorunlar yaşanmaktadır. Bu konuda etkili bir planlama ve kurumlar arası işbirliği sağlanamamıştır. Bu konu gelecek nesilleri yakından ilgilendiren bir öneme sahiptir.

 

 

 

Türkiye geneline bakıldığında, özellikle yakın tehlike içinde olan Doğu Anadolu Fay Zonu ve çevresinde ciddi önlemler alınmamıştır, 17 Ağustos Gölcük ve 12 Kasım Düzce depremlerinde kazanılan deneyimler ve teknik bilgiler bu yörelere taşınamamıştır. Bu durum, yörenin özelliklerinden dolayı, bir afet sırasında ciddi sosyal sorunlarda yaratabilecek potansiyele sahiptir.

 

 

 

Son yıllar içinde, Bayındırlık ve İskan Bakanlığı tarafından getirilen “İmar ve Şehirleşme Kanunu Tasarısı Taslağı” planlama esasına dayalı yeni bir yaklaşımı içermektedir, Türk Mühendis Odaları Birliği (TMMOB) olarak bu girişimi olumlu bularak çalışmalara katkı konulmuştur. Var olan yapı stokunu iyileştirmek amacıyla yine Bayındırlık ve İskan Bakanlığı tarafından getirilen “Kentsel Dönüşüm Tasarısı Taslağı” önemli yasal gelişmeler olarak kabul edilebilir. TMMOB olarak, iki tasarının birleştirilmesi istemi ve imar affı anlamına gelecek yaklaşımlardan kaçınılması belirtilerek çalışmalara katkı konulmuştur. TMMOB’nin önceden belirttiği gibi işlemez hale gelen Yapı Denetimi Yasası yeniden gözden geçirilmektedir. Depremzede derneklerinin verdiği mücadele sonucunda zaman aşımı konusunda mahkemelerin verdikleri kararlar olumlu gelişmelerdir. Bina onarımları açısından apartman yönetimlerinde yaşanan hukuksal kargaşa Yargıtay 4. Dairesi tarafından verilen kararla çözülmüş görünmektedir. Onarılması gerektiği bilirkişi raporlarıyla belirlenen binalarda yapılacak giderlere kat maliklerini katılması gereği karar altına alınmıştır. Bunlara karşın, genel afet mevzuatını kapsayacak düzenlemeler yasa düzeyinde gerçekleştirilememiştir.

 

 

Fakat bunca felakete, uyarıya ve ortaya çıkan bilimsel çalışmalara karşın Türkiye’nin henüz üzerinde uzlaşılmış ve toplumsal mutakabatı sağlanmış deprem stratejisi yoktur. Deprem gerçekliğini anlama ve buna göre gereken önlemleri almak için önce sorunu algılama, sonrasında da çözüm bulma konusunda kararlı olmayı gerektirmektedir. Depremin bir doğa olayı ve merkezinde insan yaşamı olduğunu anlamak gerekir. Bu ülkenin insanları, özellikle 1950’li yıllardan sonra uygulanan politikalarla günü birlik yaşayan, bireyci ve arabesk kültürü içeren yaşam tarzıyla karşı karşıya bırakılmışlardır. Bu durumun ortaya çıkmasında en büyük sorumluluk aydınlarımızındır. Bu nedenle, “Ülkelerin geleceklerinde belirleyici olan aydın birikimimiz mi yetersiz?” sorusunun yanıtı bulunmadan köklü çözümlere ulaşmak mümkün gözükmemektedir.

 

 

 

Acil olarak yapılması gereken, siyasi erkin iradesini ortaya koyması, üniversiteleri, meslek odalarını, sivil toplum örgütlerini ve ilgili diğer aktörleri bir masa etrafında toplayarak uygulanabilir planlama ve örgütlenmeleri yaparak harekete geçirmesidir. Ülkemizin mühendisleri, mimarları ve şehir plancıları bunları başarabilecek teknik beceri, bilgi birikimi ve deneyime sahiptir. Bunun farkında olmak gerekir. Tek olmayan şey ise ortak akıldır.

 

 

 

*İstanbul Üniversitesi İşletme
Fakültesi Dr.Öğretim Üyesi

 

 

Oğuz Gündoğdu*

Kaynak : Birgün

 

 

Sorumluluk rantçıların

 

 

17 Ağustos 1999 tarihinden bu yana 21 yıl geçti. Ülkemizin birçok bölgesi ve ili, deprem tehlikesi ile karşı karşıya. Üzülerek söylemek gerekir ki yapı stokumuz deprem güvenliği bakımından 1999 yılından daha iyi durumda değildir.

 

 

 

 

17 Ağustos 1999 yılında yaşanan ve sonuçları itibarıyla ülke tarihinin en acı depremlerinden biri olan Gölcük merkezli depremin üzerinden 21 yıl geçti. Resmi sonuçlara göre 20 bine yakın insanımız yaşamını yitirdi, binlerce insanımız yaralandı. 300 binden fazla ev ve işyeri yıkıldı veya hasar gördü. Yapılarımızın yüzde 25’i kullanılamaz hale geldi. 16 milyon insan 17 Ağustos depremin sonuçlarını yakından hissetti. Bu deprem ülkemizin güneyinden kuzeyine, batısından doğusuna kadar her aileye yakın veya uzak ölçüde dokundu.

 

 

Deprem tehlikesi altında bulunan kentlerin yapı stoku güvenli hale getirilsin ve yeni acılar yaşanmasın diyen İnşaat Mühendisleri Odası, 17 Ağustos 1999 depreminin bir “milat” olması gerektiğinin altını önemle çizdi. 17 Ağustos depremi ile sonrasında yaşanan depremler ve Ocak 2020 tarihinde yaşamış olduğumuz Elazığ-Sivrice depreminin yarattığı sorunlar, 17 Ağustos depreminin bir milat olmadığını, yeni ve daha büyük acıların(!) yaşanması gerektiğini bir kez daha ortaya koydu.

 

 

Kentlerimiz Yeni Bir Depreme Hazır mı?

 

 

21 yıldır İstanbul başta olmak üzere deprem bekleyen kentlerimiz korku içinde yaşıyor. Deprem riski yüksek olan yapı stoku deprem güvenlikli hale getirileceğine daha büyük risklerle karşı karşıya bırakıldı. Parası ve siyasi gücü olan her insan dilediği yere diledikleri yapıyı yaptılar. Geçmişin hafızasını bugünlere taşıyan kentlerin doğal yapısı bozuldu, yok edildi. Çıkarılan imar aflarıyla kentlere karşı işlenen suçlar meşrulaştırıldı. Orman alanları, su havzaları, kent dışına çıkarıldığı için boş kalan askeri alanlar bile yapılaşmaya açıldı. Yılların yok edemediği birçok eski eser yıkıldı üzerine yeni yapılar yapıldı. Kentin nefes alma koridorları yok edildi, nefes alınacak yerler olarak sadece mezarlıklar kaldı. İstanbul ve Bursa gibi kentler bu yıkımdan önemli ölçüde etkilendi. Deprem tehlikesi altında yaşayan bu kentlerin Meclis gündemine deprem konusu gelmezken, parsel bazında yapılan emsal artışlarına yetişmek mümkün olmadı.

 

 

Kentsel çevrenin ve yapı stokunun iyileştirilmesi ve depreme karşı güvenli hale getirilmesi ne yazık ki mümkün olmamıştır. Bugüne kadar bilinen ve uygulanan yöntemlerle de sorunun çözülemeyeceği anlaşılmıştır. Açıkçası yapılan yeni düzenlemelerle beslenen idari ve hukuki yapı, deprem güvenliği olmayan yapı stokunu güvenli hale getirmek yerine kentlerimizi çok daha büyük sorunlarla karşı karşıya bırakmıştır. Yürürlükte bulunan mevzuatlara yeni ilaveler yapılarak kamu yararının sağlanması ve yaşanabilir kentler yerine yeni sorunlara teslim edilen bir rant düzeni oluşturulmuştur. İhale ve TOKİ yasası defalarca değiştirilmiştir.

 

 

Ülke, bölge ve kentsel planlamadan mekânsal stratejilerin oluşturulmasına kadar deprem riski yüksek olan alan ve yapıların öncelikler arasında yer alması gerekirken rantı yüksek olan yerlere önem verilmiştir! Bu bölgelerin öncelikli alanlar olarak hukuksal, kurumsal ve yönetsel düzenlemeler için bütünlüklü modellere ihtiyacı olmasına rağmen, sistem parçalanarak güvenli bir yapı stokunun oluşturulmasından uzak durulmuştur.

 

 

Yerel yönetimlerin uygun görmediği kararları çoğu kez merkezi yönetim olumlu bularak karar verdiği için kentlerin plan bütünlüğü giderek bozulmuştur.

 

 

Depremler Sadece Can Ve Mal Kayıpları Yaratmaz!

 

 

Bilinmesi gerekir ki depremler sadece can ve mal kayıpları ortaya çıkarmaz. Meydana geldikleri bölgenin altyapısını ve ekonomik düzenini bozmakla kalmayıp oldukça ciddi sorunlar yaratır. Bulaşıcı ve salgın hastalıklar, yaralanma, psikolojik sorunlar, sakat kalma, pazar kaybı, üretim ve gelir kaybı, enflasyon, acil yardım harcamaları, işsizlik ve planlanan yatırımların gecikmesi, çevrenin bozulması ve çevre sorunları gibi önemli sonuçlar doğurmaktadır. Afet öncesi yapılması gereken harcamalar afet sonrası 20 kat daha fazla olmaktadır. 17 Ağustos depremi bu sonuçların tümünü ortaya çıkaran bir deprem olarak kayıtlara girmiştir.

 

 

 

Yapı Üretim Anlayışımız ve İstanbul

 

 

17 Ağustos 1999 tarihinden bu yana 21 yıl geçti. Ülkemizin birçok bölgesi ve ili, deprem tehlikesi ile karşı karşıya. Üzülerek söylemek gerekir ki yapı stokumuz deprem güvenliği bakımından 1999 yılından daha iyi durumda değildir.

 

 

Bugün İstanbul’da 7 ve üzeri büyüklükte bir deprem beklemektedir. Yaşanacak bir deprem ile yapı stokunun en az yüzde 25’i kullanılamaz hale gelecektir. Binlerce insan yaşamını yitirecek ve yaralanacaktır. En az 3 milyon insan evsiz kalacaktır. Okullar, hastaneler ve diğer kamu yapıları ciddi ölçüde hasar görecektir. 100 milyar dolardan fazla ekonomik kayıp ortaya çıkacak, yıkımın faturası oldukça ağır olacaktır.

 

 

İstanbul’un en stratejik bölgesi olan Kanal İstanbul bölgesi yeni bir yapılaşmanın cazibe merkezi haline getirilmektedir. Önceden Katar Şeyhlerinin ve iktidara yakın çevrelerin almış oldukları arsa ve araziler, Çevre ve Şehircilik Bakanlığı tarafından plan değişikliği yapılarak İstanbul’un geleceği ranta ve depremin insafına terkedilmektedir! Birçok AVM ve gökdelenin yaratmış olduğu riske ilave olarak Kanal Projesi ile yeni risk alanları oluşturulmakta, İstanbul, sürekli olarak korku içinde yaşayacağı bir bilinmezliğe ve geleceksizliğe teslim edilmek istenmektedir.

 

 

İstanbul’un beklediği depremin ağır sonuçları sadece İstanbul’da bulunan yapı stokunu etkilemeyecek, çevre illerin yapı stoku da önemli ölçüde etkilenecektir. İstanbul metropolitan bölgesi için yapılacak olan özel bir bölge planı ile ülke nüfusunun ve ağır sanayisinin yüzde 70’ini taşıyan bu bölgeyi zaman kaybetmeden deprem sorunu başta olmak üzere; su baskınları, yangın, hava kirliliği ve ısı adalarının oluşmasına karşı güvenli hale getirmek iktidarın öncelikleri arasında yer alması gerekirken; iktidar “nereden ne kadar para kazanırım” anlayışıyla meşgul olmaktadır

 

 

Konut nitelikli yapılarımızın yanında okullarımız, hastanelerimiz, endüstri tesislerimiz ve diğer kamu yapılarımız çok büyük oranda güvensizdir. Apartmandan bozma sağlık klinikleri ve okullar önemli ölçüde varlığını sürdürmektedir. Apartmanların altında bulunan birçok işyerinin güvenli olmadıklarını ve yaşanacak bir deprem de büyük sorunlarla karşı karşıya kalacaklarını bilmek oldukça rahatsız edici olmasına rağmen iktidarın duyarsızlığı devam ediyor.

 

 

Yapı üretim süreci genel olarak mühendislik ilke ve normlarından uzak tutulmuş, “yap” da nasıl yaparsan yap anlayışı inşaat sektörüne hâkim olmuştur.

 

 

Geçtiğimiz ocak ayı içerisinde Van-Bahçesaray yolunda çığ altında kalanları kurtarmaya giden 36 insanımızın ve Sakarya-Hendek’te havai fişek fabrikasında patlamadan arta kalan havai fişekleri taşıyan kamyon üzerinde bulunan havai fişeklerin patlamasıyla 5 insanımız yine yaşamını yitirmiştir. Bu iki olay, gerek doğa olaylarına karşı gerekse teknolojik olaylara karşı hazırlıklı olunmadığını bir kez daha ders alınacak şekilde ortaya koymuştur.

 

 

 

 

 

İstanbul başta olmak üzere ülkemizin herhangi bir yerinde yıkıcı bir depremin olma olasılığı yüksektir. Ortaya çıkacak olan can ve mal kayıplarının sorumluluğu; bilimi, bilgiyi ve mühendisliği önemseyenlerin değil rantçıların sırtındadır.

 

 

İmar Affı-İmar Barışı

 

 

Amaç maddesi “yerleşme yerleri ile bu yerlerdeki yapılaşmaların; plan, fen, sağlık ve çevre şartlarına uygun teşekkülünü sağlamak” olan 3194 Sayılı İmar Kanunu’na geçici 16. madde eklenmiştir. Türk imar tarihinin bugüne kadarki en kapsamlı imar affı olan bu düzenleme ile hiçbir mühendislik hizmeti almayan ve bu kanun kapsamında mühendislik hizmeti alması talep bile edilmeyen yapılar, herhangi bir kontrol mekanizması olmaksızın, kuralsızca, sadece mal sahibinin beyanı ile kayıt altına alınarak yasal statü kazanmıştır. İşin içerisine oy alma ve siyasi kaygılar girince “AF KONUSU” her seferinde “bu son” denilerek 26 kez yenilenmiştir. 24 Haziran 2018 seçimleri öncesi Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın öncülüğünde, TBMM tarafından oybirliği ile ülke tarihinin en kapsamlı “İMAR AFFI” çıkarılmıştır.

 

 

Eski Çevre ve Şehircilik Bakanı ÖZHASEKİ, Mühendislere 2-3 bin lira verilmemesi için mal sahibinin beyanını esas aldık” diyerek, depremde yıkılacak yapıların yıkılma gerekçesini tartışılmayacak bir şekilde ortaya koymuştur. Açıkçası mühendis ve mimarların yok sayıldığı bir ülkede güvenli yapı üretilmesi olanaklı değildir. Mühendisin varlığını, bilgisini, uzmanlığını parayla ölçenleri mühendisler hiçbir zaman unutmayacak ve affetmeyeceklerdir.

 

 

21 insanımızın yaşamını yitirmesine ve 17 insanımızın yaralanmasına neden olan İstanbul Kartal’daki Yeşilyurt Apartmanı faciası hafızalarımızdaki tazeliğini koruyor. Ayrıca bu yapının imar affından yararlandığının altını çizmek isterim. İstanbul ve diğer illerimizde Yeşilyurt Apartmanı gibi binlerce yapı bulunmaktadır.

 

 

 

Planlama Yapılaşma Ve Kentsel Dönüşüm

 

 

Yapılan kentsel dönüşüm uygulamaları ile daire alanları küçülmüş kat sayısı ve daire sayısı artmıştır. Aynı sokak ve mahallenin alt yapısı aynı kalmasına rağmen, aile sayısı ve nüfusun artması kentin demografik yapısını bozmuştur. Bu uygulama başta İstanbul olmak üzere Kentlerin fiziksel eşiklerini zorlamakta, yeni trafik ve alt yapı sorunları yaratmaktadır. Üstelik kentsel dönüşüm projeleri deprem riskinin fazla olduğu yerlerde değil, kentsel “RANTIN” en yüksek olduğu bölgelerden başlamıştır.

 

 

Bütünlüklü bir planlama yerine parçacı bir anlayışla yapılar yıkılıp yeniden yapılarak kentlerin teknik ve sosyal altyapı sorunları daha da artmıştır. Bu durum kentlerimizi yeni afetlere açık hale getirmektedir. YIK-YAP anlayışı kentsel dönüşümün temel bir mantığı olarak karşımıza çıkmaktadır. YIK-YAP anlayışı; bilimi, bilgiyi, mühendisliği ve kentleşme bilimini yok sayan bir anlayıştır. Bir taşeron ve müteahhit bakışıdır. Özellikle ekonomik krizin büyümesiyle birlikte birçok kentsel dönüşüm projesinin yarım kalması çok fazla mağdur aile yaratmıştır.

 

 

Ne Yapmalı Neler Yapılmamalı!

 

 

Bir doğa olayı olan depremin ülkemizde afetlere dönüştüğü yaşanarak görüldü ve öğrenildi. Artık ülkemizde bilinmeyen fay hattı yoktur. Bu faylar biriktirdikleri enerjilerini bir gün mutlaka açığa çıkaracaklardır. Sorun açığa çıkan enerjinin yaratacağı depreme karşı dayanıklı yapı üretilmesinin koşullarını yaratmaktır. Durmadan fayları ve depremi konuşmak insanları depremin yıkıcı etkisinden korumaz. Geniş bir seferberliğe, geniş bir işbirliğine ihtiyaç vardır.

 

 

 

Bugünkü yönetim anlayışının devam etmesi durumunda insanlarımız beton yığınları altında kalacak, yara sarma anlayışı can kayıplarının ortaya çıkaracağı acıları hiçbir zaman dindiremeyecektir.

 

 

Tüm ülke toprakları inşaat sektörünün bir arazisi olarak görüldüğü için bilimsel bilgi ve kent planlama kapsamında ve ihtiyaç temelli yapılar yapılmamıştır. Bugün ülkemizin yaşamış olduğu sorun, depremin kendisi değil ranta dayalı uygulanan politikaların doğurmuş olduğu sonuçlardır.

 

 

 

Açıklıkla söylenebilir ki ülkemizde ticari kaygı, teknik kaygının önüne geçmiş; bilgi, beceri ve liyakat sahibi yöneticilerin yerini şirket ve cemaat ilişkileri almıştır. Meslek odası, üniversiteler ve endüstri kuruluşları arasında olması gereken işbirlikleri görmezden gelinerek yok sayılmış, bu kuruluşlar arasında işbirliklerinin oluşmaması için her türlü çaba gösterilmiştir.

 

 

 

17 Ağustos 1999 Gölcük Merkezli depremin üzerinden 21 yıl geçmiştir. Depreme hazırlıklı olmak için bir 21 yılın daha geçmesi beklenmemelidir. Kentlerimiz depreme hazırlıklı hale getirilmeli, deprem vergileriyle toplanan 35 milyar dolar yapı stoku, kentleri deprem güvenlikli hale getirmek için kullanılmalıdır.

 

 

 

İmar barışı nedeniyle kaçak ve mühendislik hizmeti almayan veya eksik alan yapılar Çevre ve Şehircilik İl Müdürlüklerinin arşivlerinde bulunmaktadır. Kaçak olarak yapılan veya ruhsatlı olup da üzerine yeni kaçak katlar yapılan yapılar yaşanacak bir depremde ayakta kalma şansları yoktur. Bu yapılar öncelikle yıkılmalıdır.

 

 

 

Kıt kanaat geçinmeye çalışan insanların yapılarını depreme dayanıklı hale getirebilme şansları yoktur. Sosyal devlet anlayışı çerçevesinde konut stoku yenilenmek durumundadır.

 

 

 

Bir doğa olayı olan depremin doğal afete dönüşmesini önlemenin yolu, planlama-kentleşme, tasarım, uygulama ve yapı denetim sisteminin sağlıklı bir şekilde işlemesinden geçmektedir. Yapı denetimi güvenli yapıların üretilmesini sağlamak ve gelecekte aynı sorunların ortaya çıkmasını önlemenin güvencesidir. Mesleki ve ahlaki yetkinliği dikkate alan ve meslek Odaları tarafından belgelendirilen Mühendis ve Mimarların “özne olduğu” bir Yapı Denetim Sistemi’nin kurulması zorunludur. Açıkçası planlama ve tasarım aşamasından yapının kullanım aşamasına kadar geçen tüm süreçler, mesleki ve etik yeterliliğe sahip mühendisler tarafından yönetilmeli ve denetlenmelidir.

 

 

 

Daha güvenli ve yaşanabilir yerleşim yerlerinde yapıların üretilmesi deprem risk yönetiminin temel amaçlarındandır. Bunu sağlamanın en etkili yolu; yerleşim planlarında ana riskleri göz önüne alarak, gerekli düzenlemeleri yapmak ve “ Deprem Yönetmeliklerini” ödünsüz bir şekilde uygulamaktır.

 

 

Bugüne kadar yapılan çalışmalar, deprem öncesi alınacak önlemlerin deprem riskini önemli ölçüde azalttığını ortaya koymuştur. Sorunu sorun olmaktan çıkaracak olan tek yol; deprem yaşanmadan önce alınacak önlemlerde saklıdır. Bu kapsamda Mesleki Yetkinliğin önünü açacak olan ve mühendislerin önünde ciddi bir sorun oluşturan 3458 sayılı yasa mutlaka değiştirilmelidir.

 

 

Sonuç Olarak

 

 

Afetlere karşı dirençli kentler yaratılacağını savunan liyakat sahibi çevreler ile her şeyi arazi ve inşaat rantı eksenine bağlayıp konuya sadece “ticari bir anlayışla yaklaşanlar” arasında ciddi bir çatışma vardır. Bu çatışmayı şimdilik rantçılar kazanmıştır. Ne yazık ki ülke topraklarını inşaat sektörünün bir arazisi olarak görenler sisteme hâkim olmuşlardır.

 

 

İstanbul başta olmak üzere ülkemizin herhangi bir yerinde yıkıcı bir depremin olma olasılığı yüksektir. Ortaya çıkacak olan can ve mal kayıplarının sorumluluğu; bilimi, bilgiyi ve mühendisliği önemseyenlerin değil rantçıların sırtındadır.

 

 

Can ve mal güvenliğinin sağlanması için depreme dayanıklı yapı üretmekten başka bir yol yoktur. Bu gerçekten hareketle geleceğimizi kadere ve rantçılara bağlamanın çıkar yol olmadığı acı da olsa anlaşılmıştır. Bilime, bilgiye, mühendisliğe, akla ve insana önem veren uygulamalar sorunun değil çözümün yoludur.

 

 

17 Ağustos yıkımının 21. yıldönümünde iktidar sorumluluğunu taşıyanları bir kez daha uyarıyoruz. Yapı stokunu depreme dayanıklı hale getirecek önlemleri zaman kaybetmeden alın…

 

 

 

*TMMOB İnşaat Mühendisleri Odası Başkanı

 

Cemal Gökçe

Kaynak : Birgün

 

 

21 yıldır soruyoruz: Sesimi duyan var mı?

 

 

Gazetecilikteki en zor tanıklığımdı 17 Ağustos. Kurtaramadığımız hayatların sorumluluğu biraz da bizimmiş gibi geçen 21 yılın sonunda o soru hala kulaklarımızdan hiç silinmedi…

 

 

 

 

 

Yardım götüren bir tekneyle Gölcük’e yanaşıyoruz, tam 21 yıl önce. Duyduklarımız, ekranda gördüklerimiz var. Sayısız söylenti var. Üç gün geçmiş ya üzerinden 7.4’lük Marmara Depremi’nin, her şey bir parça yoluna girmiş sanıyoruz. İlk gördüklerimiz anlatmaya yetmiyor yaşanan durumu. Kavaklı sahilinde sayısız taş yığını…

 

 

Yıkılmış binaların enkazı. O yığının saatler öncesinde 3 çocuklu bir ailenin birlikte rahatça güvenle uyuduğu bir ev olduğunu hayal edemiyoruz. Bu bizim o güne kadar görüp yaşadığımız her şeyden daha büyük bir şey. Gazetecilik birikimim bunu anlamaya yetmiyor.

 

 

Bunun için belki biraz daha yakından bakmak gerekiyor. Aradan geçen yıllarda gözümün önünden hiç silinmeyen kareler var. Üzerinde 20 dairedeki isimlerin yazılı olduğu ziller örneğin. Basıla basıla yıpranmış. İsimlere bakıyorum ve düşünüyorum. Bir zil, zilde bir isim, bir daire ve sayısını bilmediğim yaşamlar. Un ufak olmuş yığının karşısında elimde zil paneliyle kalıyorum. Bu isimlerden hiç yaşayan var mı? Yanıtı en zor soru. Sonra yine bir kare, taş yığını arasından rüzgâr estikçe havalanan kenarları fırfırlı uçuk pembe tül. Mutfak tülü. Sonra bir albümden saçılan fotoğraflar. Nişan fotosu, düğün fotosu, ilk doğum, doğum günleri, sünnet düğünü, okulda ilk günümüz. Bir küçük ayıcık. Çamurlanmış, ezilmiş. Elinden tutan küçük çocuk yok. Ayıcığın eli öyle kimsesiz gibi yana düşmüş. Yıkık evlerin ortasında belki gayet iyi niyetle ama bilmeden gönderilmiş bir kamyon kabak.

 

 

İşte bu küçük ayrıntılar o zaman neyle karşı karşıya olduğumuzu anlatıyor. Ve bizim büyük çaresizliğimizi… Taş yığını altında belki şu an son nefesini verecek biri var. Ve ellerim tırnaklarım onu kurtarmaya yetmiyor. Aradan yıllar geçtikten sonra bile kurtarılamayan her hayatın sorumluluğunun bir parçası da bana ait olarak yaşadım. Evet yapabileceğim en doğru şeyi yapmaya, durumu yazarak bilmeyenlere aktarmaya çalıştım. Milliyet gazetesinde muhabirim o dönem.

 

 

2000 YILINA ÇADIRDA KARŞILAMA

 

 

O günden sonra uzun günler, aylar, hatta yıllar deprem bölgesindeydim. Geride kalanların sokaktan çadıra, oradan prefabriklere, kalıcı konutlara uzanan zorlu yolculuklarına tanıklık ettim. Yıllarca ulaşılmaz sandığım 2000 yılını onlarla bir deprem çadırında karşıladım. Ölüsünü dahi bulamadıkları çocuklarının izini onlarla birlikte sürdüm. Üç çocuğunu kaybetmiş anne babanın tüp bebek yöntemiyle bir bebekleri olduğunu öğrenip sevindim. Hayatın bittiği noktada filizlenen aşkları, binlerce tonluk beton altından annesinden karnında sağ çıkıp çadırda hayata merhaba diyenlerin büyüdüğünü görüp umutlandım.

 

 

ÜÇ EVLADIN YATTIĞI MEZARLIĞIN KARŞISINDAKİ HAYAT

 

 

Tüm o günler boyunca gidenler uğurlandı, önce birer birer, sonra onar onar. “Toplu mezar” nedir gördük. Yaralıların görünen yaraları tedavi edildi. Görünmeyenleri öylece kaldı. Yaranın ne olduğunu öğrendik. Kayıplar hep arandı, derin sularda, kimsesizler yurdunda, mezarlıkta. İğneyle kuyu kazmak neymiş öğrendik. Evlatlarının yattığı mezarlığın karşısından hiç ayrılmadı kimileri: “Her sabah camdan onlara bakıyorum” diyerek. Özlem neymiş tanık olduk. 20 yıl geçmişken kızının odasını taşındığı her yere götüren, o odayı hep hazır tutan annenin “Sanki bir gün kapıdan gelecek” deyişinde, umudun ne olduğunu duyduk.

 

 

Kâr hırsı uğruna bir küçüğün kumda oynayacağı deniz kabuğunu onun üzerine ölüm sıvası yapanların arsızlığını gördük. Daha büyük bir dükkân için kolonu keserek sayısız insanı bir küçük mezara gönderenlerin aymazlığını. Sonra yine yanına kâr kalışları.

 

 

 

Yaptığı öyle güzel, şenlikli isimli yazlık sitelerin 150 kişiyi öldürdüğünü bilerek gayet rahat dolaşanları da. Resmi rakamlara göre 17 bin kişinin öldüğü o depremde 17 yıl bile ceza almayanları. Adaletin artık hiç olamayacağını… Böyle sayısız şeyi öğrendik.

 

 

 

BAZILARI İÇİN HER ŞEY ESKİSİ GİBİ OLDU

 

 

 

O günü yaşayan, yakınını yitirenler için evet hiçbir şey eskisi gibi olmadı. Ama geri kalanların büyük bölümü için her şey eskisi gibi oldu. Ardından başka kentlerdeki depremlerde sayısız çocuğu yitirdik, deniz kumundan binalar inşa edildi. Hatta kimi binaların yıkılması için depreme bile ihtiyaç kalmadı. Yine yıkılan binalar için birkaç kişi sadece birkaç yıl ceza aldı. Bugün yine sarsılsak, sil baştan aynı acılar yaşanacak. Daha katmerlisi belki de.

 

 

 

Şimdi kimi zaman Yalova’da yeniden inşa edilen yazlıkların önünden geçerken mesela, Adapazarı’nda çekilen bir dişin açtığı boşluk gibi kimsesiz kalmış arsalara rastlarken, bir lunaparkta dönen balerin kızın eteğine bakarken… Gölcük’teki lunaparkı hatırlayarak, koltuk değeneğiyle yürüyen birini gördüğümde bacaklarını enkaz altında bırakıp kaldığı yerden yola devam eden Doğuhan’ı, kızı Gözde’yi aramaktan hiç vazgeçmeyen Nilgün’ü, üç kızını aynı saniyelerde yitiren Hatice-Hayrettin Uğurlu çiftini düşünürüm. Bazen öyle sonu gelmez karanlık ve sabahın hiç olmayacağını sandığımız gecelerde yolumu, yönümü yitirmişken bir ses duyarım: “SESİMİ DUYAN VAR MI?” der. O sese yönelirim. Bir küçücük delikten minik bir ışık sızar. O ışığa yönelirim. “Tamam yolumuz uzun” derim. O binaları kat kat çıkan varsa “Biz de varız” derim. Hiçbir şey olmasa bile o yitip giden canlar için yürünmeli derim… ve son, şöyle derim;

 

 

SESİNİ DUYAN VAR, HEP OLACAK.

 

 

Semra Kardeşoğlu

Kaynak : Birgün

 

 

17 Ağustos boynumuzun borcu

 

 

 

17 Ağustos kimi insanların zihinlerinde asılı kalan bir travma olarak kalmıştır. Yarattığı çaresizlik, yalnızlık hissi, ölüm korkusu, kayıpların acısı, dayattığı bitmişlik ve umutsuzluk kendisini zaman zaman ağrı – sızı, zaman zaman öfke, tahammülsüzlük, çökkünlük olarak dışa vurur. Hayat sokakta, evde, işte, komşuda, bayramlarda sürerken bu asılı kalma hali sürekli kendisini hatırlatır. İnsanı içe çeker ve kapatır.

 

 

 

 

 

 

17 Ağustos Türkiye’nin ‘dönüm noktası’ afetlerinin başında gelir. Etkilenen alan ve nüfusun geniş ve çeşitli özellikleri nedeni ile ülke genelinde derinden hissedilen bir yıkım yaratmıştır. Bir ‘Türkiye Afeti’dir denebilir.

 

 

‘Altımızın çürük olduğu’ gerçeğine neredeyse tamamen hazırlıksız yakalandığımız bir dönüm noktasıdır. Memleket insanlarının düzensiz, eşgüdümsüz, dağınık ama oldukça diğerkam bir şekilde her alanda hizmet verdikleri bir süreç olmuştur.

 

 

Yıkımın boyutları neredeyse emsalsizdir. Yarattığı kayıplar da o oranda ortaya çıkmıştır. Yaşayanların ve yaşayanlardan doğanların ruh sağlıkları üzerinde izler bırakmıştır.

 

 

Deprem sonrası kaygı, korku, endişe, yas, çökkünlük, yalnızlık, uyku ve dikkat sorunları, tahammülsüzlük ve öfke, ilgi ve istek kaybı, içe çekilme, kabuslar görme, günlük hayat alışkanlıklarını sürdürememe gibi pek çok ruhsal tepki doğal olarak ortaya çıkmıştır. Bu tepkilerin yoğunlaştığı öneli sayıda insanda ise, sonradan adını daha çok duymaya alışacağımız, travma sonrası stres bozukluğu, depresyon, uzayan yaslar, kaygı ile ilişkili hastalıklar gibi pek çok ruhsal sorun ve hastalık da ortaya çıkmıştır. 1999’u izleyen ilk yıl içinde çadır kentlerde yaşayan, tedavi merkezlerine başvuran insanlarda depremle ilişkili ruhsal hastalıkların yaygınlığı yüzde 40’ları bulmuştur. Bu yaygınlıklar deprem sonrası üçüncü yılda yüzde 20’lerin biraz altına, beşinci yılda ise yüzde 5’lere kadar azalmıştır.

 

 

Bu sayıları şu şekilde okumakta yarar var:

 

 

Deprem insan sağlığını bir bütün olarak etkiler. Sağlık sorunu bağlamında açıklamaya çalışırsak; deprem sonrası akla gelebilecek her türlü ruh sağlığı sorunu artar ve deprem sonrası diğer tıbbi sorunlarda da önemli bir artış ortaya çıkar.

 

 

Yaygınlıklardaki bu azalma sadece sağlık kurumlarının ve sağlıkçıların çalışması ile açıklanamaz elbette. Doğal iyileşme süreçlerine atfedilen bu azalmanın temel ekseninde ilişki, birliktelik, dayanışma, yardımlaşma, paylaşma gibi çok kıymetli özellikler bulunur.

 

 

17 Ağustos bilim insanlarının ve alanda çalışan uzmanların da okumalarını değiştirmiştir. Zorla kaybedilen kişilere dair deneyime deprem sonrası ortaya çıkan ve cenazelerine ya da sağlıklı bedenlerine ulaşılamayan kayıplar eklenmiştir. Son derece travmatik yaslar yaşanmıştır. Gerek yasa gerekse kayıplara ilişkin özlem ve hasret duyguları, onları yaşatma ve kaybetmeme isteği yıllar boyunca sevenlerinin üzerinde kalmıştır. Kabuslar, enkazdan kurtulanları korkuturken, sevdiklerini yitirenlerin rüyaları sevdikleri ile ilgili canlı yaşam parçaları ile yüklü olmuştur. Bu ve benzeri görünüm farklılıkları nedeniyle alan çalışanlarının yasa ilişkin uygulamaları değişmiştir.

 

 

Yas tutan kişi sevdiğinin kaybını kabullenmekte güçlük çeker, onu yaşatmak için tutunur. Sofraya tabağı konur, kıyafetleri özenle saklanır, her kapı çalışı O’nun gelişidir. Yas tutanın keşkeleri, pişmanlıkları çok olur. O’nu hatırlattığı için aşure eskisi gibi kaynamaz, o şarkılar bir daha dinlenmez. Yas, yirmi bir yıl geçse bile yaşanabilir.

 

 

17 Ağustos kimi insanların zihinlerinde asılı kalan bir travma olarak kalmıştır. Yarattığı çaresizlik, yalnızlık hissi, ölüm korkusu, kayıpların acısı, dayattığı bitmişlik ve umutsuzluk kendisini zaman zaman ağrı – sızı, zaman zaman öfke, tahammülsüzlük, çökkünlük olarak dışa vurur. Hayat sokakta, evde, işte, komşuda, bayramlarda sürerken bu asılı kalma hali sürekli kendisini hatırlatır. İnsanı içe çeker ve kapatır.

 

 

17 Ağustos’u hâlâ taşıyoruz. Zihnimizde, bedenimizde, cebimizde, evimizde, odalarımızda, yollarda hâlâ taşıdığımıza inanıyorum. Bu nedenle her deprem 17 Ağustos’u yaşayanlarda veya onların anlatımları ile büyüyenlerde bir dikkat ve ilgi yaratıyor. Kulak kabartıyoruz.

 

 

Bu alanda çalışırken kendinizi bir anda Aceh’nin yoksul toprak sokaklarında buluyorsunuz, Müzafferabad’da bir deprem çadırına pişmaniye getiren bir Kocaelili ile karşılaşıyorsunuz, Van’da, Erciş’te, Elazığ’da ve yıkımın olduğu diğer bölgelerde birbirinizi bulmanız kolay oluyor.

 

 

İnsanlar da çok doğal olarak depremleri dillendiriyor, sosyal medyada paylaşıyor ve depremin gerçekliği üzerinde çeşitli boyutlarda bir farkındalık yaratılıyor. Bazen gerçekler, bazen safsatalar birlikte kol kola geziyor çünkü dönüm noktası afetlerin özelliği budur; boyunda asılı kalırlar. Bu asılı kalma halinin yükünü, belirsizliğini, çaresizliğini azaltabilmek için insanlar sıklıkla bir şeyler yapıp o yükü hafifletmek isterler. Bunun da en kolay ve doğal yolu bir diğeri ile paylaşmaktır.

 

 

17 Ağustos bizi belki olumsuz anlamda çok etkiledi ama olumlu değişikliklere de fırsat yarattı. Bu değişimlerin yolu açıldı. Artık geniş kitleler ruh sağlığına daha olumlu bakmakta ve yaklaşmaktalar, Türkiye’nin afet ve travma bilinci, bilgisi ve deneyiminde önemli değişiklikler oldu. Hiç olmayan toplumsal ve kurumsal yapılar kuruldu. Olmadığı kadar geniş ölçüde afet ve travma ruh sağlığı alanlarında yeterlilik geliştirme çalışmaları ve örgün eğitim programları düzenlendi. Sürekli toplum bilincini geliştirmeye yönelik çalışmalar yapılıyor ama yine de istenilen hazırlı düzeyinde olduğumuzu söylemek zor. Ve de üstelik şu pandemi ortamında.

 

 

Godzilla ya da Jurasic Park gibi filmlerde görmeye alışığızdır; insanları bir canavarın elinden diğer canavar kurtarır. Şu aralar İstanbul Depremi için sadece “tahtaya vuruyorum”. Hiç hazır değiliz. Bu satırları izin verirseniz yok kabul ediyorum…

 

 

17 Ağustos’un 21. yılında pandeminin de ilk yılını yaşıyoruz. Tüm o süzülüp gelen bilgi ve deneyimleri elbette alan çalışanları pandemiye de aktardı. Meslek örgütleri, uzmanlık dernekleri, sivil toplum örgütleri, kamu kurumları, üniversiteler, sağlıkçılar, psikososyal alanlarda çalışanlar tam anlamı ile ‘canlarını dişlerine takarak’ çalıştılar. Yardım ve destek hatları kuruldu ve hâlâ çalışıyorlar. Öyle görünüyor ki önümüzdeki bir yıl daha bu çalışmalar devam edecek gibi… Güvensizlik, belirsizlik, inkâr, öfke, tahammülsüzlük, ayrımcılık gibi olumsuzluklar kol geziyor. Toplumun aklı başında her kesimi de bunlara direniyor.

 

 

17 Ağustos boynumuzun borcu, pandemi de dahil hâlâ o borcu ödemeye çalışıyoruz.

 

 

*İstanbul Bilgi Üniversitesi
Travma ve Afet Ruh Sağlığı Programı

 

 

 

 

Prof. Dr. A.Tamer Aker*

Kaynak : Birgün

5 Comments

  1. Müthiş yazılar, okuyunca geçen 21 seneyi ve vurdumduymazlığı, gelen akp iktidarının deprem konseyini lav edişini, deprem paralarını duble yollarda kullandığını falan filan düşününce ölenlere yazık diyorum bir kere daha.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir