NİLGÜN KIVIRCIK / Birgün
1999 Körfez depremi, yaşadığımız kentlerin güvenliğini yeniden sorguladığımız, daha yaşanabilir kentler yaratmak için çıkış yolları aradığımız sürecin başlangıcı oldu.

Kentsel Dönüşüm kavramı yeniden hayatımıza girdi. Yeniden bahsedilen dönüşüm, kentlerimizi göç dalgası altında dönüştüren gecekondu istilası değildi. Kentsel Dönüşüm yepyeni anlamlar içeriyordu.

Kentsel Dönüşüm kavramının, yaşayanlar için yenilenmiş sağlıklı, güvenli yaşam alanları yaratmaktan öte anlamlar içerdiğini zamanla fark ettik. Beklenen olası İstanbul Depremine dair önlemleri alan, bina hasar-kimlik tespitlerine dayalı olarak dönüşüm alanlarını belirleyen ve bu alanlarda hızla rehabilitasyon çalışmalarına başlayan bir irade değildi karşımızdaki.

1999 sonrası İstanbul Büyükşehir Belediyesinin girişimiyle başlanan İstanbul Deprem Master Planı çalışmaları sonuçlandığında pilot alanların belirlenmesi sırasında başlayan tartışmalarla beraber Zeytinburnu İlçesinde ilk pilot çalışmanın başlaması hepimizi heyecanlandırmıştı. Ancak Körfez depreminden 7 yıl sonra hala yapılan çalışmanın Akademik bir çabanın ötesine geçmemesi ve uygulamaya dönük adımların yavaşlığı umutları zedeledi. ‘Gerçek’ bir çabadan öte ‘mış’ gibi yapılan işlere tanık olundu. Bu örnek bize gösterdi ki Dönüşüm tek başına Kamu kurumları eliyle yapılabilecek bir iş değildi.

Kentsel ortaklıkların kurulması Kamu- Özel Sektör-Sivil Toplum dinamiklerinin bir araya getirilmesi eliyle Kentsel Dönüşümün olanaklı kılınacağı fark edildi. Ancak Deprem riski altındaki alanlarda Özel Sektör için yeterli fırsatların yaratılamaması ve dönüşümün bu kesim içinde cazip kılınamaması veya kamunun hantallığı nedeniyle hem risk altındaki insanlarımız hem de kentlerimiz kaybetmeye başladı. Binlerce yıldan bu yana milyonlarca insana ev sahipliği yapan kent merkezleri yerine kent çeperlerinde yapılaşmanın teşvik edilmesi bu merkezleri, çöküntü alanları haline getirmeye ve kentlerdeki hastalıkları çoğaltmaya başladı.

Özel Sektör Kentsel Dönüşümün sadece deprem riski ile sınırlı bir kavram olmadığını çabuk fark etti. İşlevini kaybetmeye başlayan kamusal mekanlar, kent çeperindeki boş alanlar çok daha kolay ve karlı bir alanı tarif ediyordu. Başbakanlığa bağlı TOKİ İstanbul için geliştirdiği tüm projelerde, kamusal sorumluluk ve afet risklerini göz ardı ederek, orta ve üst gelir grubuna yönelik projelere imza attı. Bu projeler yeni ve birbirinin aynı konutlar yaratmaktan başka hiçbir amaca hizmet edemedi. Ankara’nın kimliğini oluşturan kent parkları ve sanayi sitlerinin pervasızca tahrip edilmesi ise, kent suçları defterine yeni ve geri dönülmesi imkansız sayfalar ekledi.

Geçtiğimiz hafta basında çıkan bir haberde ’Avrupa Yakası’na 6 yeni kongre merkezi, otel sıkıntısı çekilen Anadolu Yakası’na ise beş tane beş yıldızlı otel projesi yürütülüyor’ denmekte idi. Bu haberi okuyunca bu kapsamda bir yatırımın talebi olup olmadığının ne derece sorgulandığı İstanbul’un öncelikli ihtiyacının turizm yatırımları mı olduğu sorusu hemen aklımıza takıldı.

17 Ağustos 2006’da İstanbul, yaşayanlarının hayatlarını güvenli hale getiren, sosyal ve fiziksel ayrışmayı azaltarak yaşanabilir kenti yaratmış ve kapılarını artık Turizme açmış bir kent midir?

Yoksa bu kentin çöken tarihi merkezlerini yenilemek ve risk altındaki mahallelerini rehabilite etmek gibi bir sorumluluğu hala bulunmakta mıdır?

Büyük kentsel projeler üretilirken kentsel sorumluluk kavramının da yeniden ve ısrarla hatırlatılması gerekmektedir.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir