Apostolo’nun kurduğu komitenin barınma hakkını doğuştan gelen bir insan hakkı olarak görmesinin altında aslında o dönemki evsizlerin, yoksulların, işsizlerin yani mülksüzlerin etnik ve dinsel aidiyetlerinin çeşitliliği yatar.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Geçtiğimiz yıl derinleşen barınma krizi, Türkiye genelinde barınma hakkına ilişkin tartışmaları da gündeme getirdi. Krizin çözüm reçetesi adına uygulamaya konulan kira artışına %25 sınırlama getirilmesi ise toplumsal bir sorunun bireysel ilişkiler düzeyine terk edilmesi sonucunu doğurdu. Bir tarafta ev sahipleri diğer tarafta ise kiracılar arasında yaşanan kriz giderek büyüdü.

 

 

 

 

 

Halbuki, sorunun kökünde konut sektöründeki finansallaşma ile birlikte konutun kullanım değerinin tamamen unutulup değişim değerinin ön plana çıkarılması var. Artık konut dünya genelinde büyük finans şirketlerinin en gözde yatırım aracı haline geldi.

 

 

 

 

 

Bu çatışmacı ortamda, belki de tarihsel olarak barınma hakkının nasıl kazanıldığına tekrar bakmak gerekiyor. Aslında sorun bireysel ilişkiler düzeyine indirgenmeye çalışılsa da kapitalizmin yapısal probleminden kaynaklanıyor. Oysaki 1948’den günümüze tarihsel bir kazanım mevcut. II. Dünya Savaşı sonrasında pek çok ülkede yaşanan barınma krizinin çözümünün örgütlü eylem kapasitesiyle aşılarak hak olarak yeniden tesis edildiğini biliyoruz. Bugün Türkiye’de barınma hakkına, vatandaşlık temelinde çözüm üretilmesi tartışmaları ise açıkça konuşmak gerekirse yarım asırdan fazla geç kalınmış ancak muhakkak çözümlenmesi gereken bir konu. Barınma hakkının vatandaşlık hakkı temelinde ele alınması, II. Dünya Savaşı sonrasında evsiz kalmış yoksulların, mülksüzlerin, kitlelerin yapmış oldukları direniş ve işgal hareketiyle kazandıkları bir hak olarak halen pek çok ülkede varlığını devam ettiriyor. Bu yazıda Fransa örneği üzerinden, işgal hareketinin barınma mücadelesine katkısı olabilir mi, bunu inceleyeceğiz. Üstelik Fransa banliyölerinin tarihi de tam da bu noktada, hem de Türkiye’den başlıyor.

 

 

 

 

 

Fransa’da yaşanan iki dünya savaşı ve neticesinde kentlerin yıkılmış halde oluşu dönem itibariyle konut açığını çarpıcı bir hale getirmişti. Aslında Fransa’da yoksullar için barınma sorunu, savaş öncesinde de tüm dünyada olduğu gibi bulunuyordu. Savaş, Fransa’nın önemli bir kısmını harabeye çevirmişti. 1945’te Paris’te yaşamak, yıkıntıya dönmüş mahallelerde, viran haldeki evlerde, kanalizasyonu olmayan konutlarda yaşamak demekti.  Savaş sonrasında kurulacak olan sofrada emekçilere, mülksüzlere, yoksullara, savaşan kitlelere yer verileceğine yönelik olan söylemler, II. Dünya Savaşı ertesinde Fransa’da sosyal politikaların, Keynesyen ekonomi içerisinde birleştirilerek sağlık, eğitim ve kent planlaması üzerine yoğunlaşmasına neden oldu. Böylece kapitalizm ve Keynesyenizm Fransa’da çabucak birbirine bağlandı. Kentlerde mülksüzler çoktu. Bir araya gelmeleri bu yüzden hiç de zor olmadı.

 

 

 

 

 

1917 Rum tehciri nedeniyle Türkiye’den Yunanistan’a ardından Fransa’ya giden bir ailenin 1924’te Marsilya’da doğan çocuğundan bahsetmek istiyorum. Marius Apostolo… 7 çocuklu işçi bir ailenin işçi oğlu olan ve kuzey mahallerde büyüyen Apostolo, genç yaşından itibaren politik olarak sendikalarda ve sonrasında Yoksul Aileler Hareketinde (MLP) aktif bir rol üstlendi. Savaş ertesinde kendisi ve ailesi de evsiz kalan Apostolo, bir sabah kalktığında Londra’daki Buckingham Sarayı’nı yasadışı olarak işgal etmeye (squatting) çalışan evsiz kalmış bir İngiliz hakkındaki haberi okudu. Söz konusu dönemde Fransa’da da savaşta konutları yıkıldığı için evsiz kalan ve bir arada yaşamak zorunda olan aileler vardı. Okuduğu haberin ardından işgali bir politik strateji olarak uygulamaya koymaya karar verdi.

 

 

 

 

 

Marsilya’da “Comité d’entente squatters” adında bir işgal komitesi örgütledi ve boş evleri evsizlerin, ailelerin, işçilerin, yoksulların işgal etmesi çağrısında bulundu.

 

 

 

 

 

İlk olarak bir manastırı, bir genelevi ve bir konutu işgal ettiler. İşgal komitesi zamanla şatolar, boş evler, hükümet temsilcilerinin yaşadığı konutların yakınlarındaki binalar gibi daha kritik noktaları işgal etmeye başladı. Başlangıçta işgal edilen boş evler için mülk sahipleriyle pazarlıklar yaptılar. İlk işgal eden aileler buralara yerleşebilmişti. Ancak bu yetersizdi. İşgal hareketi Fransa’nın her bölgesini sarmaya başladı ve katlanarak arttı. Tepki gecikmedi. 23 Şubat 1947’de gece yarısı ülke genelinde tüm işgalciler evlerden silah zoru ile çıkarıldı.

 

 

 

 

 

Sonrasında yaşananlar ise aslında Apostolo’nun kurduğu komitenin, barınmanın neden bir sorun olduğunu açıklar niteliktedir: “Eğer konut konusunda yetkililer işlerini yapsaydı, işgal hareketine gerek olmazdı!” derler. İşgal, elverişli konut olmadığından İngiltere’deki ve Fransa’daki eylemler sayesinde bir insan hakkı olarak böylece görülmeye başladı. Ancak bildirilerinde çok daha önemli bir şeyin altını çizmekteydiler: “Mülkiyet hakkı, toplumsal faydaya veya toplumsal yarara aykırı olarak kullanılamaz!” Eğer hükümetler vatandaşlarının anayasal olarak tanımlanmış haklarını korumakta yetersizse, vatandaşlar bu hakları kendi kendilerine korumak durumundadır. Sonuçta barınma, doğal bir hak olarak görülmelidir. Haliyle, komitenin ortaya çıkış nedeni olan sorunun ve yaşananların sorumluluğunu yetkililer üstlenmediği için işgal hareketi halk nezdinde de meşruiyet kazandı. Üstelik işgalciler barınma hakkını, etnisite, sınıf, vatandaşlık bağlamından kopararak Fransa’da yaşayan herkes için barınmanın bir hak olarak tanınması konusundaki ısrarlarını da uzun bir zaman sürdürdüler.

 

 

 

 

 

Apostolo’nun kurduğu komitenin barınma hakkını doğuştan gelen bir insan hakkı olarak görmesinin altında aslında o dönemki evsizlerin, yoksulların, işsizlerin yani mülksüzlerin etnik ve dinsel aidiyetlerinin çeşitliliği yatar. Bu durum, barınma hakkının temel insan hakkı olarak tanınması için verilen mücadelede önemli bir noktadır. Zaman içerisinde Confédération Générale du Travail-CGT’nin [Genel Emek Konfederasyonu] dahil olmasıyla söylemin çalışma ile bağlantılı tanımlanan bir hakka evirilmesi söz konusu olsa da başlarda İngiltere’deki işgal faaliyetlerinden ayrılan noktası bu hareketi göçmenlerin organize ediyor olması ve insan haklarını esas alınarak tanımlanıyor oluşudur. Sonrasında ise çok kısa süre içerisinde gerekli düzenlemeler yapılarak Fransa’da kira yardımları, sosyal konutların inşası, emekçilere, yoksullara ve mülksüzlere barınmanın bir hak olarak sağlanması söz konusu oldu. Bugün halen işgal hareketinin kazanımı olarak barınma hakkı, farklı biçimlerde vatandaşlara ve göçmenlere sunulmakta. Türkiye’de de konutun finansallaşması süreci 2 yıldır hızlanmışken, barınma hakkına ilişkin örgütlenme çağrısı yapmak anlamlı görünüyor. Konut sorunu politik bir sorundur. Bu nedenle de politik müdahale gerektirir.

 

 

 

 

 

İşgal eylemi üzerinden kazanılan ve Fransa’nın sosyal politika anlamında en temel haklarından biri haline gelmiş olan bu vatandaşlık hakkının, göz önünde bulundurulması elbette önemli. Lakin, yalnızca söylemsel düzeyde değil, barınma krizinin derinleştiği bu günlerde konuya ilişkin örgütlenmeye dikkat çekmek daha elzem. Kamu kaynaklarının tekrar kamuya dönmesi, sosyal politikaların vatandaşlık odaklı olması gerekiyor. Apostolo’nun da dediği üzere “İnsani koşullarda barınma için işgal haktır…” Yapılacak olan tartışmaların ve alınacak olan kararların eksenini tam olarak buraya oturtmak gerekiyor.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Kaynak: Birgün

One Comment

  1. önce barınma hakkı. mülkiyet biçimlerinin mutlaka tartışmaya açılması lazım.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir