Avrupa’da da ‘Karl Marx-Hof’, ‘Yeni Frankfurt’ gibi kamusal toplu konut örnekleri de metalaştırılmış coğrafi parselizasyonu yıkacak, işçiler ve emekçiler için daha rahat ve insani yaşama koşullarını yaratacak kamusal yapılar olarak tasarlanmıştı.

St. Louis Missouri’de Minoru Yamasaki tarafından tasarlanan, 33 bloktan oluşan “Pruitt-Igoe” toplu konutlarının 1972 yılında beklenen ihtiyaçları karşılayamaması ve atıl kalması sonucu aşamalı olarak yıkıldığı gün postmodern mimarlık tarihçisi Charles Jencks tarafından “modern mimarlığın öldüğü gün” olarak vurgulanmıştı. Konut kompleksinin yıkıldığı andaki imgesi de modern mimarlık düşüncesinin dinamitle patlatıldığı ve postmodern mimarlık kuramının modernist gri beton blokların enkazından doğmaya başladığını temsil etmek için belli çevreler tarafından çokça kez dile getirildi.

 

Geçtiğimiz haftalarda Çin’in Kunming şehrinde yıllarca boş kaldığı gerekçesiyle 15 tane çok katlı apartman blokunun dinamitle patlatıldığı görüntüler yaklaşık 50 yıldır yükselen postmodern görüşlerin ne kuramsal olarak ne de pratik anlamda pek ilerleme kaydedemediğini de açığa çıkarıyor. Peki, 50 yıl önce Pruitt-Igoe’nin yıkımı modern mimarlığın öldüğü gün ise bugün boş kaldığı için yıkılan ve muhtemelen önümüzdeki dönemlerde yıkılacak olan konutlar neyin ‘öldüğünün’ habercisi?

Bu yazıyı derinlikli bir modern, postmodern mimarlık ve şehircilik kuramı tartışmasına çevirmek niyetinde değilim. Ancak son günlerde dünya genelinde açığa çıkan yüksek kira artışlarına karşı gelişen protestolar, eylemlilikler ve yakınmaların geri planını da anlamak için yıllar içinde değişen konut politikalarının izini sürmek faydalı olabilir.

 

Mimari bir arketip olan ‘konut’ kavramına dair tartışmaların en çok dile getirildiği dönem olarak 20. yüzyılın ilk yarısını göstermek pek de yanlış olmasa gerek. Özellikle paylaşım savaşlarının getirdiği büyük yıkımlar sonrası meydana gelen konut ihtiyacı bu tartışmalara hız kazandırmıştı. Ayrıca toplumsal üretim aşamasında meydana gelen büyük yenilikler yeniden üretim aşaması üzerinde de yeni ihtiyaçlar ve fikirler doğurmuştu. Sovyetlerin güç kazandığı dönemde toplumsal yaşamı örgütleyecek, birlikte bir yaşam fikrini geliştirecek tasarım önerileriyle, kısıtlı devlet kaynaklarıyla fakat teknolojik ve bilimsel yenilikler de göz ardı edilmeden gerçekleştirilen kamusal toplu konutlar, üzerine oldukça tartışılan, fikir yürütülen örnekler olarak karşımıza çıkar. Avrupa’da da ‘Karl Marx-Hof’, ‘Yeni Frankfurt’ gibi kamusal toplu konut örnekleri de metalaştırılmış coğrafi parselizasyonu yıkacak, işçiler ve emekçiler için daha rahat ve insani yaşama koşullarını yaratacak kamusal yapılar olarak tasarlanmıştı.

 

Elbette tüm bu konut komplekslerini başarıya ulaşan, üretim ve yeniden üretim sürecindeki emek sömürüsünü tam anlamıyla ortadan kaldıran pratikler olarak görmek pek doğru olmaz. Ancak üzerine bunca kuramsal tartışmaların yapıldığı ve kamusal kaynakların da öncelikli olarak konut politikaları için kullanıldığı bir dönem olarak düşündüğümüzde, oldukça yaratıcı ve tekrar tekrar gözden geçirmemiz gereken bir dönem olduğunu söylemek mümkün.

 

1970’lerden sonra ise Sovyetlerin güç kaybetmeye başladığı ve neoliberal politikaların hız kazanmaya başladığı dönem içerisinde tüm bu pratik ve teorilerin bir kenara atıldığını görürüz. Mevcut kamusal toplu konutların birçoğunun özelleştirildiği, içinde yaşayan insanların ev aldırılmaya zorlandığı, ev alacak gücü olmayanların ise sokaklarda uyumaya terk edildiği bir tablo çıkar karşımıza. Birlikte sosyal bir yaşamı geliştirecek, örgütleyecek mekânsal yaşam alanları üretme tartışması yerini artık devlet desteğiyle arazisini ucuza kapatan inşaat şirketlerinin maksimum kâr elde ederek inşa ettiği konutlara bırakmaya başladı. Ayrıca mevcut dönemde pompalanan birey olma ve bireysel yaşam tartışmaları da yeni inşa edilen konutların karakterini değiştirmeye başladı.

 

Türkiye’de kamusal toplu konutlara dair pratiklerin ilk kez Cumhuriyet’in ilk dönemlerinde gerçekleştirildiğini görürüz. Bahçelievler, Saraçoğlu Mahallesi gibi örnekler hâlâ üzerinde çokça tartışılan deneyimlerdir. Elbette kısıtlı devlet kaynakları, devlet politikaları ve bu konut uygulamalarını gerçekleştirebilecek yetkinlikteki kadroların az sayıda olması gibi nedenlerle toplumun tüm kesiminin barınma ihtiyacını karşılayacak toplu konut projelerini bu dönemde de göremeyiz. Çoğunlukla burjuva ve kamu çalışanlarının ihtiyaçlarını karşılayacak derecede sınırlı kaldığını söyleyebiliriz. 1950’lerden sonra büyük şehirlere yaşanan büyük göç dalgaları ile birlikte de konut krizi hız kazanmıştır. Şehre yeni gelen insanlar kendi haline bırakılarak gecekondu yapılaşmalarına izin verilmiş, devlet vatandaşlarının barınma ihtiyacına gözünü kapatmıştır.

 

Son 20 yıllık bir süreç içerisinde ise AKP’nin inşa faaliyetlerine hız kazandırdığı bir dönemden geçiyoruz. TOKİ kurumu aracılığıyla ve imar planlarında gerçekleştirilen düzenlemelerle ülkenin her yanının şantiye alanına çevrilmiş olduğunu hepimiz fark edebiliyoruz. Elbette bunun toplum yararına olan bir tarafı da yok. Tüm bu inşa faaliyetlerinin rant uğruna gerçekleştirildiği artık açık bir şekilde ortaya çıkıyor. Geçtiğimiz haftalarda büyük yangınların çıktığı bölgeler için TOKİ’nin ışık hızıyla tasarladığı konut projelerinin de bölgede yaşayan halk tarafından rağbet görmemesi, tüm bu inşaat faaliyetlerinin kamu yararına olduğu inancının da yitirilmiş durumda olduğunu gösteriyor.

Son günlerde fahiş kira artışlarına karşı gösterilen tepkiler de Türkiye’de son 20 yıldır AKP’nin her yerde övünerek anlattığı konut politikalarının çöktüğünün bir habercisi olarak karşımıza çıkıyor. Plansız ve rant uğruna yapılan bunca konut yapıları sonucunda 1.5 milyon civarında bir konut stoku yaratılmış durumda. Nicel olarak oldukça fazla olan bu yapılar hem nitel özellikleriyle hem de devlet tarafından acımasız özel emlak sektörüne bırakılmasıyla insanca bir yaşam ihtiyacını karşılamaktan çok uzakta. Kamusal perspektifle düzenlenmeyen bu politikalar zenginin daha çok ev sahibi olmasına, yoksulun ise yeni bir ev almak bir kenara artan kira fiyatlarının altında gittikçe ezilmesine ve temel ihtiyaçlarını karşılayamayacak duruma gelmesine zemin hazırlıyor.

 

Özellikle kendi yaşamlarını henüz kuramamış gençlik kesimi bu politikalardan en çok etkilenen kesim olarak karşımıza çıkıyor. Devlet yurtlarının da yetersizliği, vakıf yurtlarının cemaatler eline bırakılması ve pandemi koşullarıyla birlikte eve çıkmak durumunda kalırken herhangi bir kira yardımı olmaması ve artan kira fiyatları neticesinde belki de en üretken ve dolu dolu geçirecekleri üniversite hayatlarında kira ödemelerini kara kara düşünmek durumunda bırakılıyorlar.

 

Kira zamlarına karşı gerçekleştirilen bu memnuniyetsizlik ve karşı çıkışlar üretimden yeniden üretime, fabrikalardan yaşadığımız evlere kadar tüm alanlarda bir çöküşün altını çiziyor. Bunu aşmanın yolu da barınma başta olmak üzere temel ve kamusal hak ve taleplerimizi yaşadığımız evlerden, sokaklara ve mahallelere taşıyarak dayanışmayı büyütecek örgütlenmeleri açığa çıkartmak gibi duruyor. Hollanda’da kira eylemlerinde açılan pankarttaki gibi ‘yaşamın kâr etmekten üstün olduğunu’ her alanda dile getirmemiz gerekiyor.

 

Kaynak: Birgün

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir