Kapitalizm ve felaket - MİMDAP
Ana Sayfa Bağlantılar Biz Kimiz İletişim Mimar İş İlanları
ANA SAYFA
Kapitalizm ve felaket
Share 9 Ağustos 2021

Felaket artık istisnai değil, normal hale geliyor. Bu ana akım planlamaya da nüfuz ediyor. ABD Demokrat Partisi’nin entelektüel bir kalesi olan Brookings Enstitüsü, Joe Biden yönetimine Covid-19 komisyonu kurma çağrısı yaptı.

 

 

 

 

 

Tünelin ucu göründü. Etkili bir şekilde uygulanan testler, aşılar gelene kadar sosyal mesafeyi daha güvenilir kılabilir. Bir yıldan kısa bir süre sonra bu korkunç virüs için son derece etkili birkaç aşıya sahip olmak olağanüstü bir başarıdır; bu, insanlığın ve moleküler biyologların şimdiye kadar başardığı en harika buluşlardan biridir.

 

 

Francis Crick Enstitüsü’nden Rupert Beale, geçen ayın başlarında London Review of Books’ta böyle yazdı. Ancak bunu kutlamaya başlamadan, dünyanın bir yıl önce, milyonlarca insanı öldürecek ve 1930’lardan bu yana en kötü ekonomik çöküşü tetikleyecek bir salgına kapılma olasılığının, hayal edebileceğimizin çok ötesinde olduğunu hatırlamalıyız.

 

 

 

Beale makalesini şu uyarıyla bitiriyor: “Biz yetenekliydik ama aynı zamanda şanslıydık. Bir Sars-CoV-2 aşısının geliştirilmesinin nispeten kolay olduğu ortaya çıktı. Ancak bir sonraki pandemiye neden olan virüs bu kadar bağışlayıcı olmayabilir.” Yeni bir Covid-19 türünün ortaya çıkması sonucu enfeksiyonların son zamanlarda hızla yayılması, bırakın doğayı kontrol etmeyi, onu anlama yeteneğimizin bile sınırlı olduğu gerçeğini bize acımasız bir şekilde hatırlatmaktadır.

 

 

Şu an bu gerçeği daha iyi anlamalıyız. Birçoğumuz yıllardır, kapitalizmin doğayı yok etmesinin, Covid-19 gibi pandemiler için uygun koşullar yarattığı konusunda uyarılarda bulunan Mike Davis ve Rob Wallace gibi öncü Marksistleri okuyoruz. Bu pandemi belki öngörülebilir değildi, ancak gelecekte, 1918-19 yıllarında 50 ila 100 milyon insanı öldüren korkunç grip salgınıyla karşılaştırılabilir pandemiler olacağı kesinlikle biliniyordu.

 

Dünya tarihçisi William Hardy McNeill, klasikleşmiş Vebalar ve İnsanlar (1976) adlı eserinde şöyle yazmıştı: “Şimdiye kadar belirsiz bir parazit organizmanın alışılmış ekolojik konumundan kaçması ve dünyanın bu kadar göze çarpan bir parçası haline gelen yoğun insan popülasyonlarını bazı yeni ve muhtemelen yıkıcı ölümlere maruz bırakması her zaman mümkündür.” McNeill’in anladığı gibi, insanlarla mikroparazitler (virüsler ve bakteriler) arasındaki ilişki sabit değildir. Neoliberal çağ, kapitalizmin tarımı dünya ölçeğinde sanayileştirdiğini ve doğada hayatta kalan el değmemiş alanları işgal ettiğini gördü. Şimdi de bunun sonuçlarını yaşıyoruz.

 

 

 

 

 

Felaket artık istisnai değil, normal hale geliyor. Bu, ana akım planlamaya da nüfuz ediyor. ABD Demokrat Partisi’nin entelektüel bir kalesi olan Brookings Enstitüsü, Joe Biden yönetimine Kennedy suikastı ve 9/11 saldırılarının soruşturmalarına benzer bir Covid-19 komisyonu kurma çağrısı yaptı.

 

 

Yazar, düşünce kuruluşu üyesi Elaine Kamarck, bu komisyonun sadece Donald Trump’tan hesap sormakla sınırlı kalmayıp, “Yüksek yoğunluklu, düşük olasılıklı olaylara nasıl hazırlanmalıyız?” sorusuna da değineceğini söyledi. Bu sözde “kara kuğu” olaylarının nadir ve tahmin edilemez olduğu, normal olay düzeninin dışında kaldığı, ancak büyük bir yıkıcı etkiye sahip olduğu varsayılıyor. “21. yüzyılda ise giderek yaygınlaşıyor gibi görünüyorlar”. Örneğin, “iklim değişikliği, doğal afetleri daha sık ve daha ölümcül hale getirecek”.

 

 

Bu, yalnızca dünya çapındaki egemen sınıfları ilgilendiren entelektüel ve politik bir sınav değil. Aynı zamanda Marksizm üzerinde de biraz baskı oluşturuyor. Öte yandan bu, felaket hakkında bir düşünce tarzımız olmadığı anlamına gelmiyor. Bu düşünce tarzı Rosa Luxemburg tarafından, Junius Broşürü’nde (1916) Birinci Dünya Savaşı’nın getireceği felaketlere karşı klasik olarak formüle edilmişti.

 

 

Friedrich Engels’in bir nesilden daha uzun süre önce kehanette bulunduğu gibi, bugün, korkunç bir önermeyle karşı karşıyayız: Ya emperyalizmin zaferi ve tüm kültürlerin yok edilmesi ve eski Roma’da olduğu gibi, nüfusun azalması, ıssızlık, yozlaşma, uçsuz bucaksız bir mezarlık; ya da sosyalizmin zaferi, yani uluslararası proletaryanın emperyalizme, emperyalist yöntemlere ve savaşa karşı bilinçli mücadelesi.

 

 

Başka bir deyişle, ya sosyalizm ya barbarlık. Eric Hobsbawm, iki dünya savaşı, Büyük Buhran, faşizmin ve nasyonal sosyalizmin zaferleri ve Holokost’dan oluşan 1914 ile 1945 arasındaki dönemi “Felaket Çağı” olarak adlandırdı. Luxemburg, erken kurbanı olduğu bu felaketler zincirinin derinliğine neredeyse içgüdüsel olarak sahipti ve Ocak 1919’da protofaşist bir milis tarafından parçalanarak öldürüldü.

 

 

Ancak 1945’ten sonra, Birleşik Devletler’in gözetimi altında, gelişmiş kapitalizm Batı Avrupa ve Japonya’da kendini yeniden inşa etti ve dünya ekonomisi en büyük patlamasını yaşadı. Zengin Kuzey’deki işçi sınıfı savaşmayı bırakmadı, ancak çeyrek yüzyıl boyunca tam istihdam ve genişleyen bir refah devleti altında yaşadı. Felaket, 1950’lerin başında Kore’de, 1960’ların ortalarında Endonezya’da ve 1970’lerin sonuna kadar Çinhindi’nde korkunç bir gerçeklik olarak sürmesine rağmen, Batı’da geriledi. 1970’ler, Michael Roberts’ın “Uzun Buhran” olarak adlandırdığı, uzun süreli ekonomik krizlerin olduğu yeni bir çağın başlangıcı oldu.

 

 

Örgütlü işçi sınıfını bir dizi ağır yenilgiye uğratan neoliberalizm; yönetici sınıfın, üretimi yeniden yapılandıran, böylece Güney’in bazı bölgelerinin sanayileşmesini teşvik eden ve yaşamın tüm alanlarını acımasızca metalaştıran bir hamlesiydi. Ancak ekonomik sistemin nispeten istikrarlı bir şekilde genişlemesine imkân sağlayacak kârlılığı artırmakta başarısız oldu.

 

Küresel büyüme, tüketimi ve yatırımı teşvik eden finansal balonların gelişmesiyle giderek daha fazla destekleniyor. Devletler her zaman bu balonların oluşmasına yardım etti, ancak 2007-8 çöküşünden bu yana büyüme, merkez bankalarının finansal sisteme yeni para enjekte etmesine bağımlı hale geldi. Bu da emlak, hisse senedi, tahvil fiyatlarını yükselterek varlık piyasalarını güçlendirdi ve zenginleri daha da zenginleştirdi. Yeni ekonomi devi Çin, bu dinamiğin, azalan bir büyüme oranına katkıda bulunan, ihracat endüstrilerinde borçla finanse edilen yatırımlara dayalı bir versiyonunu temsil ediyor.

 

 

İklim Krizi protestoları sırasında sloganlaşan ‘B gezegeni diye bir şey yok’ dövizi.

 

Önkoşullar

 

1938’de Leon Troçki şunları yazdı: “Proleter devrimin ekonomik önkoşulu, genel olarak, kapitalizm altında ulaşılabilecek en yüksek noktaya ulaştı. İnsanlığın üretici güçleri durgunlaşıyor. Çoktandır yeni icatlar ve iyileştirmeler, maddi zenginlik seviyesini yükseltmekte başarısız oluyor.” Bu düşünce o zamanlar doğru değildi, ancak şimdi de kesinlikle doğru değil. Verimlilik artışı yavaşlıyor çünkü yeterli bir kârlılığın yokluğunda yatırımlar durgunlaşıyor, ancak üretken güçler genişlemeye devam ediyor, Alüminyum ve elektrikli arabalar gibi yenilikler hala ortaya çıkıyor. Covid-19 aşılarının hızlı keşfi, bu teknolojik canlılığın bir örneğidir.

 

 

Buna karşın kapitalizm, uzun vadeli bir ekonomik açmaza saplanıp kalmanın tüm belirtilerini gösteriyor. Neoliberalizm, politika oluşturma süreçlerinde egemen olmaya devam ediyor, ancak kahramanlık çağı çok geride kaldı. Bu sistem, merkez bankaları ve Avrupa Komisyonu gibi bürokrasiler tarafından yönetilen ve finans piyasalarının uygulayıcıları olduğu otomatik pilota bağlanmış durumda. Aşırı sağın, Küresel Mali Kriz ve sonu gelmez neoliberal “reform”un yarattığı hoşnutsuzluğu sömürerek ana akım burjuva siyasetine girmesi bundandır. Ancak, Trump yönetiminin de gösterdiği gibi, bu “oyun” bozucular, 1930’larda Franklin Roosevelt ve Adolf Hitler’in (farklı şekillerde) sahip olduğu gibi tutarlı bir alternatif ekonomik programa sahip değiller.

 

Sistemin çökmekte olduğunu söylemek abartı olur. Bunun yerine, yönetilmesi giderek zorlaşan yıkıcı sonuçlar ürettiğini söylemek daha doğrudur. 1945’ten bu yana geçen on yıllar boyunca, felaket ufukta büyüyen bir gölge olarak belirdi. Soğuk Savaş dönemine (1946-1991) damgasını vuran nükleer savaşın getireceği nihai felaket dışında, kör sermaye birikim sürecinin, insanların sadece bağımlı bir parçası olduğu doğayı yok etmesinin asıl tehdidi teşkil ettiği uzun zaman önce anlaşılmıştı.

 

Bu yıkım biçimlerinin başında iklim değişikliği geliyor, ancak Covid-19’un da bize öğrettiği gibi tek faktör iklim değişikliği değil. Ian Angus, Antroposen* ile Yüzleşmek adlı mükemmel kitabında, küresel ısınmanın yalnızca insanların doğaya müdahalesinin uzun vadeli bir sonucu olmadığını; hatta 18. yüzyılın sonunda Sanayi Devrimi ile başlayan kapitalizmin fosil yakıtlara artan bağımlılığının bir sonucu olduğunu gösteriyor. Artan sıcaklıkları ve bunların etkilerini gösteren ünlü hokey sopası çizelgeleri, 20. yüzyılın ortalarında ön plana çıktı. Bu, 1939-45’lerde petrol ve kömüre dayalı savaş sanayinin gelişmesi ve ardından Andreas Malm’ın deyimiyle fosil sermayenin genişlemesi ve üretiminin Doğu Asya’ya yayılması nedeniyle oldu.

 

 

Bu sürecin kaçınılmaz sonucu olan kaotik iklim değişikliği, büyüyen ekolojik Marksistler okulu da dahil olmak üzere bilim insanları ve aktivistler tarafından uzun zamandır öngörülmekteydi. Şimdiyse bizzat yaşıyoruz. Mart 2019’da Doğu Afrika’da yaygın sel ve ölümlere neden olan İdai Siklonu’nu ele alalım. Zimbabwe’de (sonrasında Güney Rodezya) büyüdüm. Komşu Mozambik kıyısında bir liman kenti olan Beira’da deniz tatili yapardık. Idai Siklonu, Beira’yı altı metre su altında bıraktı, şehrin onda dokuzunu yok etti ve bin kişiyi öldürdü. BM’ye göre, 2020’de Doğu Afrika’daki selden dört yıl öncesine kıyasla 5 kat daha fazla insan (altı milyon) etkilendi. Olağanüstü olan normalleşiyor. Amazon’un 2019’da yanması büyük bir şoka neden oldu. O günden beri Avustralya’da orman yangınları ve seller yaşadık ve yaz boyunca Amerika Birleşik Devletleri’nin batı cephesinde orman yangınları çıktı. Öğle vakti San Francisco’ya karanlık çökmüştü. Elbette ABD ve Avustralya gibi zengin ülkeler bu gibi felaketlerle daha kolay baş edebiliyor. Ancak pandeminin gösterdiği gibi, onlarca yıllık özelleştirme ve kemer sıkma politikaları, devletlerin yeteneklerini azalttı ve hükümetlerin etkili bir şekilde yanıt vermesini zorlaştırdı.

 

Pandemi, aynı zamanda, sınıflı toplum kadar eski bir veba ve kıtlık özelliği gösteriyor. Yoksullar felakete karşı çok daha savunmasız çünkü tehlikeden kurtulmak için gerekli olan kaynaklardan yoksunlar. Covid-19 için ölüm rakamları ırk ve sınıf için kodlanmıştır. Denklemin diğer tarafı, örneğin lüks yatlara olan artan talepte görülebilir. Zenginler enfeksiyon merkezlerinden bu yatlarla kaçabilir, işlerini yürütmeye ve dolayısıyla daha fazla servet biriktirmeye devam edebilirler.

 

 

 

 

Bu karşıtlıklarda ve birçok işçinin her gün hayatlarını riske atması için yapılan amansız baskıda, Arjantinli Marksist Filozof Natalia Romé’nin “barbarlığın normalleşmesi” dediği, toplumun tüm gözeneklerine nüfuz eden şeyi görüyoruz. Büyük radikal eleştirmen Walter Benjamin’in İkinci Dünya Savaşı’nın patlak vermesinden hemen sonra belirttiği gibi:

 

“Yaşadığımız olağanüstü hal istisna değil, kuraldır”.

 

Felakete en sistematik biçimde değinen Marksist düşünür Theodor Adorno’ydu. Bir Alman Yahudisi olarak, Eylül 1940’ta Vichy Fransa’sından kaçması engellendiğinde intihar eden arkadaşı ve akıl hocası Benjamin’in aksine, Nazilerin iktidarı ele geçirmesinden sonra Avrupa’dan kaçmayı başardı. Adorno, 1950’de Amerika sürgününden Almanya’ya döndü, ama yaşadıklarını asla unutmadı. Felsefi şaheseri Negatif Diyalektik’te (1966) şöyle yazdı: “Dünya ruhu… kalıcı bir felaket olarak tanımlanmalıdır.” Adorno, “dünya ruhu” ile ironik bir şekilde kapitalizme atıfta bulunduğunu açıkça belirtti. Onun felaket tahayyülünün merkezinde Nazizm ve Holokost vardı. Yine de, bu tespiti kesinlikle doğru görünüyor. Hatta günümüzde kapitalizm, hoş karşılanmanın ötesinde-devlet şiddetinden çok yangın, sel ve veba biçimini alarak- “kalıcı bir felaket” haline geldi.

 

Her zamanki gibi soru şu: Ne yapılmalı? Adorno’nun “zarar görmüş hayatım” dediği şey, onu iyimser olmaktan çok uzak bıraktı. Şöyle yazdı “Bugün engellenmiş başka bir şey ihtimali, her şeye rağmen önlenmiş bir felaket olasılığına indirgenmiştir”. Ancak bu ikisi- “başka bir şey” ve “felaketi önleme”- öyle kolay dengede kalabilecek şeyler değildir. Elbette, pandemi sırasında işlerin daha da kötüye gidişini durdurmak; işçilerin korunması ve patronların ücretlere, koşullara, hayata ve özgürlüğe yönelik tehditlerine karşı mücadele etmek için örgütlenmeliyiz.

 

Ama eğer kapitalizm felaketse, kendimizi ve çocuklarımızı güvende tutmanın tek yolu ondan kurtulmaktır. ABD’de Alexandria Ocasio-Cortez’in öncülük ettiği Yeşil Yeni Anlaşma fikri, kapitalizme karşı ihtiyaç duyulan türden yapısal bir alternatife doğru bir adımdır.

 

Ancak Jeremy Corbyn’in düşüşü, sermayenin sert bir direniş göstereceğinin altını çiziyor. Özünde devrimci sosyalistlerin bulunduğu güçlü bir solu yeniden inşa etmek, en acil görevdir.

 

 

*İnsanlığın çevre üzerinde önemli bir etki oluşturmaya başladığı sanayi devrimi sonrası dönem

 

Çeviren: Setenay Kızılkaya

 

 


İlk basım: 
Alex Callinicos’tan Socialist Review (Ocak 2021, Sayı 464) | – 07 Ocak 2021 tarihinde yayımlandı.

 

 

 

Kaynak : Birgün

1 Yorum
  1. İşte asıl felaketin sistem olduğunu, sistemi de belirleyenin kapitalizm olduğunu bir kavrayabilsek.

    Can Gözükara | 15 Ağustos 2021


Yorum yazmak için


  Avustralya’nın Melbourne kentindeki Penleigh ve Essendon Gramer Okulu’ndaki (PEGS) Müzik Merkezi, McBride Charles Ryan’ın (MCR) PEGS Kampüsleri genelindeki bir dizi girişiminin bir parçasıdır. 

Copyright © 2024 All Rights Reserved | Mimdap.org