ABOUTBLANK ile projeleri ve mimarlık üzerine - MİMDAP
Ana Sayfa Bağlantılar Biz Kimiz İletişim Mimar İş İlanları
ANA SAYFA
ABOUTBLANK ile projeleri ve mimarlık üzerine
Share 31 Ağustos 2009

Söyleşiyi yapan: Seval KALKAN

Son dönemde gündeme gelen birçok yarışmanın ödül listesinden adına aşina olduğumu genç mimarlık grubu ABOUTBLANK ile projeleri ve mimarlık üzerine konuştuk.

MİMDAP: ABOUTBLANK grubu nasıl kuruldu?

aboutblank1.jpg

HASAN GÜMÜŞSOY: 2005 yılında düzenlenen uluslararası bir yarışma için, okul arkadaşlarımızdan oluşan geniş bir ekiple başladık. Zamanla ben Hasan Gümüşsoy, Gökhan Kodalak, Erhan Vural ve Ozan Özdilek’ten oluşan çekirdek kadro meydana geldi. 2006 yılında Gökhan’ın S.O.S İstanbul Liman Bölgelerinin Dönüştürülmesi Ulusal Fikir Yarışması’nı kazanması; ardından ben, Ozan ve Erhan ile Prosteel Beşiktaş Öğrenci Sosyal Merkezi Çelik Yapı Tasarımı Öğrenci Yarışması’nda üçüncülük ödülü kazanmamızla birlikte yarışma & mimarlık dünyasında varolabileceğimizi düşündük. Sanırım www.aboutblank.cc yi açtığımız Kasım 2006 ‘yı kuruluş tarihimiz olarak kabul edebiliriz.

MİMDAP: ABOUTBLANK ismi nasıl ortaya çıktı?

g-k-2.jpgGÖKHAN KODALAK: “about blank” çok kullanılan bir internet gezgini programının da giriş sayfasında olduğu üzere, zengin olasılıklara açık sanal bir boşluğa karşılık geliyor. Bugünün internet ortamında açılan herhangi bir sayfaya girilen herhangi bir satır kullanıcının tüm dünyayla etkileşime girebilmesi demek. Bizim de bu jenerasyonun içine doğduğumuzdan dolayı, onun yakın dönem potansiyelleriyle sıkı bir ilişki içinde olduğumuzu, onun kültürü üzerine kurulu olduğumuzu söylüyor da diyebiliriz.

MİMDAP: Peki, nasıl tanıştınız? Nasıl başladı birlikte proje üretme serüveniniz?

GÖKHAN KODALAK: Öğrenciler için bu önemli aslında. Türkiye şartları üzerinden konuşursak, bugün tek başınıza sahneye çıktığınız zaman, o sahneyi doldurma şansınız düşük. Ya bir mimari ofise girip uzun bir müddet orada çalışacaksınız ya da -yeterince şanslıysanız- belli bir sermayeyle ve yamalı bir çevreyle kendi işinize başlayacaksınız. Biz en başından beri birlikteydik, 4 kişiydik. Daha da fazlaydık aslında, zamanla çekirdekleşti. Türkiye şartlarından bağımsız olarak bu birlikteliklerin fitillediği fikirlerin çatışması durumu önemli. Dünyada da yavaş yavaş grupların önem kazandığını görüyoruz. Tek başlı Tanrı-mimar dönemini çoktan geride bıraktık. Disiplinlerarası çalışma modeline de en az kişilerarası çalışma modelleri kadar önem veriyoruz ama şu ana kadar şehir tasarımcılarıyla, inşaat mühendisleriyle ya da peyzajcılarla çok derin ilişkilerimiz olmadı. Yine de durmadan çatışıp farklı şeyleri içine almaya çalışan esnek bir formasyonun varlığından söz edebiliriz.

MİMDAP: Zaten kentsel sistemle de bağdaştırmaya çalışmanız şehir plancılarıyla, peyzajcılarla en azından iletişim içinde olmanızı gerektiren bir şey. Aslında siz çok fazla iletişim içinde olmasanız da işiniz sırasında onların yaptığı işi yapıyorsunuz.

e-v-2.jpgERHAN VURAL: Onlarla iletişim içerisindeyiz evet. Peyzaj mimarlarıyla, inşaat mühendisleriyle, şehir plancılarıyla birlikte çalıştık. Ama sanırım farklı eğitim sistemlerimiz sebebiyle, aynı frekansta olmadığımız, başka dünyalarda olduğumuz ortada.

HASAN GÜMÜŞSOY: Yarışma projelerinin, profesyonel iş ortamından pek bir farkı olduğunu düşünmüyorum. Mimar olarak, genel kararlarda dominant olma durumu zaten mevcut. Yetersiz kaldığımızı düşündüğümüz yerlerde ise diğer disiplinlere mensup arkadaşlara danışabiliyoruz. Süreklilik arz etmese de şehir planlamacı, peyzaj mimarı, inşaat ve makine mühendisleriyle çalıştık. Erhanın dediği gibi çoğu kez frekanslarımız uyuşmuyor ve aldığımız danışmanlık yeni şeyler üretmekten çok teknik bilgi seviyesinde kalıyor.

ERHAN VURAL: Kent plancılarının ve mimarlarının kendi dilleri var ve onlar sadece kendilerini anlıyorlar. Aynı proje için çalıştığımız, emek verdiğimiz halde bazen birbirimizi anlamadığımız oluyor.

MİMDAP: Hemen son projenin olan İstanbul-Kayabaşı Bölgesi “Konut Tasarımı” Ulusal Mimari Fikir Proje Yarışması’ndan bahsetmek istiyorum. Kayabaşı Projesi’ne nasıl başladınız? Kâğıt katlama prensibine dayanan bir mantığı var. Bu proje nasıl ortaya çıktı ve nasıl geliştirdiniz?

ERHAN VURAL: Kayabaşı Projesi, konseptinden teslimine kadar Hasan’ın yürüttüğü bir projeydi, biz daha sonra kendisine destek verdik. Bunun yanında Gökhan’ın bağımsız olarak yaptığı bir proje daha vardı.

h-g-1.jpgHASAN GÜMÜŞSOY: Grubumuzun kişiler bazında homojen bir yapısı olmadığından, herkesin kendi farklılıklarını ortaya koyduğu bir çatı altında birleşiyoruz. O nedenle bazı zamanlar ayrılıp iki proje yaptığımız, bazen de bazılarımız projelere katılmayıp başka şeylerle uğraştığı esnek bir yapımız var. Bu yarışmaya da iki farklı ekiple girdik. Biri Gökhan’ın Tuğçe Akbay’la beraber eşdeğer birincilik ödülü kazandığı proje, diğeri ise benim Çiğdem Karamürsel ile beraber yaptığım ve Gökhan’ın zaman zaman yardım ettiği satınalma kazanan proje. Kağıt katlama prensibinden önce, her iki projenin de makro ölçekte sahip olduğu merkezsiz rizomatik doku daha önemli sanırım.

GÖKHAN KODALAK: Makro ölçekte, arazinin yapısıyla da alakalı olarak, her iki proje de merkez periferi ikilemi üzerine kurulu geleneksel ve hatta erken modern kararlara bağlı kalmamaya çalışan, çok odaklı yerleşim prensiplerini paylaşan bir kurguya sahipler ama tabi daha sonra farklılaşıyorlar. Birlikte yaptığımız projede yapılar genel olarak eğime oturuyordu. Adalarda yapıların bu paralel yerleşimini düzenlemek adına bir bant sistemi oluşturuldu. Daha sonra bu bantların yapılarla karşılaştıkları yerlerde kabuklaşması ve bu kabuğun üçüncü boyutta bir düzenleyici haline gelmesi; saçak olarak başlayıp yukarda binanın üzerini kaplayan çatı bahçesini oluşturması; daha sonra tekrar aşağı inip çardağı ve peyzajı düzenlemesi şeklinde devam eden belirli bir sürekliliğe sahip bir katlama konseptine kavuşmuş olduk.

kayabasi-1.jpg

kayabasi-2.jpg

ERHAN VURAL: Bu projenin verileri ve istenenleri çok katıydı. Bir konut projesi yarışması ve TOKİ’nin açtığı bir yarışma olduğu için kalıp sistemini dahi dayatan bir şartnamesi vardı. Böyle bir sistemde bu konsepti toplu konuta uyarlayarak topografya verilerini, yani esnek olabileceğimiz tek verileri, bina yükseklikleri ve açık alan düzenlemeleriyle bütünleştirerek, bu esneklikler sayesinde birbirlerinin manzarasını kesmeyen, kabukların çatılardan çardağa, çardaktan sosyal alan düzenleyicilere dönüştüğü bir proje ürettik.

kayabasi-3.jpg

MİMDAP: TOKİ’ye yöneltilen birçok eleştiri var basmakalıp, tek düze, sosyal alanları çok kötü konutlar tasarladığı yönünde… Bu proje yarışması açıldığında da çok büyük eleştiri yağmuruna tutuldu. Siz bu yarışmaya katılmaya nasıl karar verdiniz ve katılırken ne gibi düşünceleriniz vardı? TOKİ başka bir şeyler yapmalı ve biz de bunun için bir şeyler yapıyoruz gibi bir düşünceyle mi katıldınız yoksa başka bir düşünceniz mi vardı?

GÖKHAN KODALAK: Türkiye konut üretim kurgusunu düşmüş olduğu bataklıktan kurtaralım ve kahraman mimarlar olalım yönünde idealist bir mimarlık anlayışımız yok. TOKİ yarışmayı açtı ve biz de –salt mimarlık camiasına iyiliğimiz dokunsun diye değil- bir proje üretmek adına –hatta iki- yarışmaya girdik. Genelde yarışmalara girerken çok seçici davranmıyoruz. Kentsel ölçekten, iç mekan – stand ölçeğine kadar değişen birçok farklı ölçekte katıldığımız yarışmalar var. Birçok faktörün denk gelmesiyle ilgili bir durum.

Daha önce bu formatta bir konut yarışmasına girmemiştik. Sadece bir öğrenci yarışmamız vardı bu konuda. Bu kez ulusal platformu denemeye karar verdik. Söylediğim gibi, çok yüce bir amaçtan bahsetmek abes olur.

HASAN GÜMÜŞSOY: Kayabaşı bölgesi için hazırlanan bir imar planı var ve yarışma bu imar planında belirlenmiş bir bölgeyi içeriyor. İmar planının mükemmelliği tartışılabilir fakat tokinin bu plan içinde kendi doğrularıyla hareket etmeyi seçmesi yerine yarışmaya açması önemli bir karardı. Bazı aksaklıklar oldu tabi bu süreçte. Benim hatırladığım, şartnamede sosyal, kültürel ve ticari alanlar istenmiyordu. Fakat genelde doğru bildiğimizi uyguladığımız için biz bunu fazla önemsemedik açıkçası. Şimdiye kadar ki katıldığımız bütün yarışmalarda da bu şekilde davrandık ve bazılarında da kaybettik aslında. Neyseki daha sonra şartnamenin o kısmı düzeltildi. Böylece teknik olarak da pek problem kalmadı.

ERHAN VURAL: Bizim kendimizi eğitme sürecimizde hep kentsel ölçekle bir iletişimimiz var. Proje yarışmalarında projenin kendi ölçeğinin yanında sürekli kent ölçeğinden de bahsediyoruz. Biz kentsel entegrasyonu düşündüğümüz, önemsediğimiz projeler yapıyoruz. Bu projelerde de konutlar “gated community” mi olacak? Yoksa değil mi? Birçok yarışmada, birçok projemizde aynı sorunla karşılaşıyoruz. Projenin sonlarına doğru o kısımlar muallakta kalıyor diyebiliriz. Çünkü bizim isteklerimizle beklentiler aynı frekansta olmayabiliyor. Fakat bu projede kot farklılıklarıyla, çeşitli yaya ve peyzaj düzenlemeleriyle, o sınırı kırmaya çalışma gibi deneyimlerimiz oldu.

HASAN GÜMÜŞSOY: Sarmaşık doku prensibiyle gelen alanın her noktasına eşit davranma kararını parsellerin her noktasında algılayabiliyorsunuz. Mesela yaya olarak herhangi bir parsele herhangi bir noktasından girebiliyorsunuz. Bunu, mevcut eğimin düzenlenmesiyle yapılar arasında oluşan sokaklar ile birleştirdiğinizde makro ölçekte bir kent dokusunun ortaya çıktığını görürsünüz.

GÖKHAN KODALAK: Bu projede aslında çok fazla yenilikçi olan bir şey yok. Bu bizim en mütevazı projelerimizden birisi. Çünkü çok ters kuralları olan bir proje. Aslında fikir yarışması olmasına rağmen neredeyse uygulama projesi formatında istekleri vardı. Kentsel ölçekte de makro ölçekte de projenin kendi içinde kentsel olması gerekliliği dışında, kentsel dokuyla iletişim kuramıyorsunuz, çünkü bir uydukent projesi. Size bir doku verilmiş, “bu böyle olacak, imar şu şekilde olacak, yolların kaç metre olacağını bile ayarladık biz, siz bunu düşünmeyin, bunun içerisine ne yapacağınızı düşünün” denmiş. Bunlar dendikten sonra bir mimar olarak idealist yaklaşımlarla bunları yok saymamız çok anlamlı değil. Biz burada, bize verilen çerçeve neyse o çerçevenin içerisinde neleri değiştirebiliriz, neleri bozabiliriz, çerçeveyi içeriden nasıl dekonstrükte edebiliriz, onu düşündük. Burada da rekreatif ve sosyal iletişimin ön plana çıktığı, Hasan’ın söylediği merkezsiz-rizomatik bir yaklaşımla bunu yapmaya çalıştık. Günümüz konut projelerinde hala neden sadece çeperlerde yapılaşıldığına ve orta avlunun neredeyse bir orman büyüklüğündeki kırlık bir alana bırakıldığına anlam vermek güç. Bugün “yeşil” kelimesi duyulduğu zaman insanlar her şeyi bir kenara bırakıyorlar. Önemli olduğu muhakkak fakat, bu aşırılıkta, bu “nostaljik kır düşü”nde bir tehlike var, bunu başka bir başlık altında ayrıca konuşmak gerek.

Biz kentsel bir yeşil peşindeyiz, yeşil ne kadar yaşıyorsa, ne kadar diğer fonksiyonlarla, insanlarla iletişim içerisinde yer alıyorsa ve ne kadar çok aktörden besleniyorsa bizim için o kadar anlamlı oluyor. Genelde hep “kentsel” yani “urban” dediğimiz taraf bununla ilgili. Yeşili “burada bir ormanımız var” diye bıraktığımız, yeşili kırsal olarak kurguladığımız çok az proje var. Burada da öyle, yani ne kadar yapılarla iç içe oluşturabildiysek o kadar anlamlıydı. O yüzden merkezsiz ve çok odaklı, parçacıl ve bol iletişimli bir yerleşimi seçtik.

MİMDAP: Diğer projelerinizden de bahsederek devam edelim isterseniz. Mansiyon aldığınız Küçükçekmece Kent Merkezi Ulusal Kentsel Tasarım Proje Yarışması’nı hep birlikte mi yaptınız yoksa bölündünüz mü yine? Proje sürecinden ve projeden bahsedebilir misiniz?

HASAN GÜMÜŞSOY: Evet, bu tamamen birlikte Kadıköy’deki ofiste yaptığımız projelerden biri. Aslında Aboutblank’in ilk profesyonel yarışma deneyimi, ikincilik ödülünü kazandığımız Adana Ziyapaşa Mahallesi Kentsel Tasarım Ulusal Proje Yarışmasıdır. Ondan sonra açılan ilk kentsel tasarım proje yarışması olması ve kentsel tasarıma karşı heyecanımız bizi Küçükçekmece Yarışmasına katılmaya zorladı. Ölçeğini de göz önünde bulundurursak Adana’nın üzerine birşeyler eklediğimizi düşünüyorum.

cekmece-1.jpg

MİMDAP: Girdiğiniz yarışmalarda siz de kendi aranızda sonuçlarla ilgili değerlendirme yapıyor musunuz? Yani örneğin “ikincilik ödülünü alan, birincilik ödülünü alandan daha iyiydi” gibi yorumlar yaptığınız ya da ödül alan projelerle kendi projelerinizi kıyaslayarak “bunları atlamışız gerçekten” gibi sonuçlar çıkardığınız oluyor mu?

ERHAN VURAL: Aslında yarışma projelerinde ödül gurubu jüriyle çok bağlantılı. Örneğin birinci ödül mü ikinci ödül mü daha iyiydi diye düşünmedik hiç, ama ödül alan projelerin aynı dilde olduklarını fark ettik. Ödül alanlardan “jüride ben olsaydım, sizi mutlaka ödül grubuna alırdım, mutlaka olmanız lazımdı” diyenler de oldu. Dediğim gibi, hepsinin belirli bir dili vardı, bizimkinin dili çoğu zaman farklıydı.

HASAN GÜMÜŞSOY: Burada sanırım jüri ile olan kuşak çatışması bir miktar ortaya çıkıyor. Mevcut jürilerin – tabiki hepsi değil – projelere bizim düşündüğümüz gibi yaklaşmadıklarını hissediyoruz. Bunu jüri raporlarından ya da kolokyumlarda direk jüriye danışarak farkettiğimiz oldu. Tabiki öz eleştiri yapıyoruz ve hatalarımızı görüyoruz. Fakat kendi tespitlerimiz, jürininkilerle genelde örtüşmüyor. Bu noktada bir sorun var mı? Tartışılır. Bildiğimiz şey yapabileceğimiz fazla birşeyin olmadığıdır.

ERHAN VURAL: Mesela bizim kendi aramızda projemizi sorguladığımızda çıkardığımız sonuçlar ve özeleştirilerle, jüri üyelerinden aldığımız eleştiriler her zaman farklı oldu. Küçükçekmece Kent Merkezi yarışmasında en çok şaşırdığımız konu bu olmuştu.

GÖKHAN KODALAK: Kendi eleştirimizi yaptığımız şeylerle aslında aldığımız kritikler çok farklı oluyor. Birincilik ya da mansiyon almak çok önemli değil açıkçası. Bu proje şahsen benim beğendiğim bir proje, kendi iç odaklarını, yeşil akışları, kentsel akışları iyi olan bir proje ama hoşumuza gitmeyen tek tarafı tek merkezli oluşuydu. Ortada her şeyi sıkıştırdığımız ve oranın da bir türlü onun karşılığını veremediği konusunda hem fikir olmuştuk. Ödül bize açıklanmadan önce de, açıkladıktan sonra da böyleydi. Projenin kendi içinde olasılıkları var. 3 fazlı bir merkez yapabilirdik. Aslında kendi görüşlerimizle de çelişen bir mekanizma oldu. Tek merkezli olmak bizim yakın olduğumuz bir şey değil, her şeyi tek bir tarafa toplamak, çok fazla alt odağa sahipti ama, yine de daha fazla dağıtabilirdik, birbirinden uzak uçları daha çok güçlendirebilirdik.

cekmece-2.jpg

Jüriden aldığımız tepkilerse bambaşkaydı. Söylenen şeyler bizim fazla değer verebileceğimiz konular üzerine olmadı. Tabi bunu yüce mimar egolarımızın bunu kabul etmediği anlamında söylemiyorum ama bu kadar kentsel ölçek odaklı bir projede “bu yapının köşesi böyle mi döner” gibi bir eleştiriyle karşılaşmak şaşırtıcı. Oysa biz “neden 3 merkezli yapmadık, neden bu ortadaki tek gücü yaymadık” diye düşünürken, bize hiç böyle bir eleştiri geri dönmedi. Galiba oto-kritik modeline alışmak lazım.

o-o-2.jpgOZAN ÖZDİLEK: Genelde bu projeyi tasarlama sürecimiz içinde bizim gördüğümüz şeyler, kullandığımız araçlar dolayısıyla yani, modelleme programları kullanıyoruz, insan gözünden çevreye bakışları görüyoruz, insan gözünden bu bina şöyle olmalı diye tasarlıyoruz fakat bunların hiç birini gösteremiyoruz. Bizden bir tane 1/200 ölçekli zemin planı istiyor belli bir bölgede. O zemin kat planı, bizim orda yaptığımız ve içinde dolaşarak tasarladığımız şeyin ne kadarını verebilir? Bu zaten tartışmalı bir konu.

MİMDAP: İstanbul-Kayabaşı Bölgesi “Konut Tasarımı” Yarışması’ndan önce birincilik ödülü aldığınız başka bir yarışma var: İzmir Kemeraltı Çarşısı Üst Örtü ve Kent Mobilyaları Ulusal Fikir Yarışması. Bu yarışma için hazırladığınız projeden de biraz bahsedebilir misiniz? Bu arada bir de hep yarışma projelerinden bahsediyoruz, inşa edilebilen projeleriniz oldu mu hiç bu süreçte?

ERHAN VURAL: Şu anda bahsettiğiniz Kemeraltı Projesi en çok inşa edilmeye yaklaşan, hayata geçirilebilecek bir projemiz. Ben iki hafta önce İzmir’deydim. İzmir’de tesadüfen, birlikte gittiğim grubun içinde İzmir Şehir Plancıları Odası Eski Başkanı vardı. Ondan aldığım bilgiye göre, proje için pilot olarak 5 tane bölge seçilmiş ve hepsi ayrı pilot bölgelerde uygulanmaya başlanacakmış. Bizim de şu an gelişmelerden bu kadar haberimiz var.

Kemeraltı Projesi bir üst örtü tasarımıydı. Mimariden çok sanki endüstri ürünleri tasarımı gibiydi. Çünkü bütün kentsel donatı elemanlarından üst örtüye kadar herşeyin tasarlanmasını istiyorlardı. Az önce Gökhan’ın TOKİ projesinden bahsederken dediği gibi kenti kurtaralım gibi bir mantıkla yaklaşmadık yine. Konak Meydanı’nda Ersen Gürsel’in yaptığı bir düzenleme vardır, oradaki kentsel belleği, orada kullanılan ürünleri, zaten eskiden bir sahil çarşısı olan Kemeraltı’na entegre etmeye çalıştık. Bu kentsel bellekle burada kullanılan elemanları Kemeraltı’nın mevcut dokusunu bozmadan nasıl yerleştirebiliriz diye başladık. Bu da kendi içinde basitti. Direkler üzerine takılmış kentsel donatılar, bir de bizim belirlediğimiz boyutlardaki üçgen germelerden meydana geliyor.

kemeralti-1.jpg

MİMDAP: Üçgen olmasının özel bir sebebi var mıydı?

GÖKHAN KODALAK: Projelere başlangıç aşamasında genelde çok basit ilk fikircikler üretiliyor. Bu ilk fikircikleri genelde iyi geliştirip üzerine zengin eklentiler yapabilirsek, yarışmalarda daha fazla ön plana çıkıyorlar. Bunlar çok basit, temel fikirler aslında. Bu projede de bir direk, çok basit, neredeyse aydınlatma direği benzeri bir direk, ama bunun üzerine parçaların, ticari donatıların, çöp kutularının, nokta peyzajların, bankların ve benzeri diğer kentsel donatıların takılıp çıkarılabileceği bir düzenek düşünmüştük. Direğin üzerindeki bahsettiğiniz üçgen gölgelik elemanlar da aslında daha çok parametrik tasarım anlayışına yatkın bir kurguya sahipler. Modüllerin üçgen olması aslında daha çok geometrik, konstrüktif nedenlere dayanıyor. Üçgen oldukları zaman, yanlış hatırlamıyorsam direkler arası mesafeyi açabiliyorduk. Çünkü küçük üçgenler direklerarası büyük bir üçgene tamamlandığından, bir direk boş bırakıp, bir direk yeniden ekleyerek zigzaglar şeklinde devam eden, daha az yer kaplayan bir yere basma düzeneğine sahip oluyorduk.

Üst örtüde 6 tane üçgen modül var ve hepsi birbirinin parçalanmasından oluşuyor. O yüzden modüler kurguyu rahatlatıyorlar ve birleşim detayları çok kolay çözülüyor. Tabi bu zengin çeşitlilik aynı zamanda farklı hacimleri çok farklı permütasyonlarla modülerliğe zarar vermeden çözebileceğiniz anlamına da geliyor. Biz genellikle iki sistemi bir araya getirmeye çalışıyoruz. Bir tarafta modüler sistem, ama bunun homojenleştirici özelliğinden çok farklı parçaları düzenleme kurgusundan dolayı, diğer tarafta da kaotik, amorf bir sistem. Ama amorf derken yine biçimden bahsetmiyorum, fikir olarak parçalanabilmesi, kalkabilmesi, inebilmesi, yön değiştirmesi vb. bir akış fikri ve dolayısıyla bir esneklik, esneme talebimiz var. Hep ikisi arasındaki çatışmayı ortaya koymaya çalışıyoruz. Parçalar çok arttığı zaman bu sefer elimizden işin ucu kaçıyor, özellikle Türkiye şartları için, CAD tasarımlarla yapılan projeleri bir anda yurt dışındaki örneklerde olduğu gibi, her parçası ayrı üretilip, daha sonra numaralanmış parçalar halinde getirilip, bir araya monte edildikleri bir konstrüksiyon şemasının işleme şansı çok yüksek değil. Biz bu iki sistemin biraz daha buluşabildiği, en azından bir tarafa yavaş yavaş kaçacak, onun ucunu göstermeye çalışan örnekler yapmaya çalışıyoruz ve bu projemiz de onlardan biri. Türkiye inşaat sektörü realitesinin çerçevesini yok saymadan, yine içten onun köşelerini esnetmeye çalışıyoruz diyelim.

kemeralti-2.jpg

Üst örtü tasarımının bir diğer özelliği de bu parçacıllık arasında kendi gölge sistemlerini oluşturabilmeleri, kendi topografik ilişkilerini de oluşturabilecek hale gelmeleriydi. Kentsel donatıların yayılım politakasını da olasılık sistemleri üzerinden diyagramlarla vermiştik sanıyorum, mesela 8 direkte 1 ticari donatı, 6 direkte 1 oturma bankı olabilir gibi. Bu aslında hızlıca 2-3 haftada yaptığımız bir projeydi. İlk fikri oturtabildiğimiz zaman gerisi zor olmuyor.

MİMDAP: İBB Beyoğlu Sahnesi Ulusal Mimari Proje Yarışması’na da katılmış ama ödül alamamışsınız. Biraz da o projeden bahsedelim isterseniz. Mimarlık basınında, forumlarda kendisine sıkça yer buldu tartışmalarıyla. Birincilik ödülünü alan, tamamen yeraltında çözülmüş bir projeydi, kendi bakış açınız ve projenizle karşılaştırabilir misiniz?

aboutblank3.jpg

GÖKHAN KODALAK: Beyoğlu Projesi İzmir projesiyle ilişkili bir proje bizim için. Biz aslında Beyoğlu projesinde çok fazla mesai harcadık, ondan ödül alamadık ve moral bozukluğumuz vardı. Ardından da hemen İzmir projesine kanalize olmamız gerekiyordu. En fazla 3 hafta kadar bir süre vardı. 2–3 hafta çalışıp, İzmir’e başladık.

HASAN GÜMÜŞSOY: Aslında birinci olan projenin genel kararları ve bizimkisi taban tabana zıt. Sahneleri yerden kopararak zemin kotunu kamusal kullanıma açma; üst kotta üç sahneyi tek bir fuaye ile birleştirip, tarihi mekanla görsel iletişimi sağlama gibi fikirler üzerine gelişen bir projeydi. Çevrede kentsel belleği besleyen birçok öğe varken, bunlara sırtımızı dönmek istemedik. Birinci olan projenin oy çokluğuyla seçilmesi bu noktada bizi oldukça düşündürmüştü.

beyoglu-1.jpg

GÖKHAN KODALAK: Beni kaygılandıran kentsel ölçekle ilişkisi. Kentselliği reddeden bir proje, içerisindeki çözümlere çok dikkat etmedim açıkçası, o konuda haksızlık etmek istemem. Aslında bütün projeyi yeraltına alan bir proje üzerinden gidilmesi olasılık dışı değil kuşkusuz. Bunun iyi bir örneğini hatırlıyorum: Coop Himmelblau’nun Mısır Müzesi yarışmasında sanırım 2.lik kazandığı proje. Ama orada çölün ortasındasınız ve kentsel bir kaygınız yok, ayrıca çöl ikliminin de yeraltına inmek için çok anlamlı bir faktör olduğunu düşünmek gerekir. Sonuçta bunlar coğrafi koşullar ve kentsel koşullara göre değişebilecek şeyler. Ama Beyoğlu’nun böyle önemli bir yerinde, bizi çok çeken, arka tarafında Galata Kulesi’nin olduğu, Haliç’e bakan vistalarının olduğu çok özel bir yerinden bahsediyoruz. “Yer”in esiri olmak manasında değil tabi, bu yerle korakor mücadele etmek manasında. Burası, “kentsel” dediğimiz kurgu için, belki de İstanbul’un hatta Türkiye’nin doruk noktasına erişebilecek potansiyele sahip bir yerken, projenin bu zengin potansiyele bu kadar sırtını dönebilmesine pek anlam veremiyorum. Tabi yine ilginç bir muhafazakar anlayış var, “tarihe saygı” başlığı altında, “yeşile saygı”da olduğu gibi mitleştirici, salt muhafaza etmek ve mümkünse onun yanında hiç varolmamak üzerine kurulu aşkın bir tarih anlayışı. Tarihi bir çevrenin ortasında onun güzelliğini ön plana çıkarmak üzerine yeraltına gömülmek ve yokmuş gibi davranmak, aslında bu naifliğiyle tarihle hiç ilişki kurmamayı ve onla kurulacak ilişkilerde ortaya çıkacak yeni hibritlenmelerden hiç faydalanmamayı, kısaca putperestliği talep ediyor. Tehlikeli bu tabi. Tarihi olana (büyüğe) biat etme kültürü, onunla çarpışmak, onunla yeni birşeyler üretmek, ona eklemlenmek yerine, onu altın kafese koyma anlayışı tek kelimeyle tehlikeli.

ERHAN VURAL: Tasarım sürecinde proje alanlarında gördüğümüz sorunları, projeyi hazırlarken çözmek için kafa yorup, fikir üretiyoruz haliyle. Mesela Adana’da ya da Küçükçekmece’deki gibi, proje alanları arasındaki bağlantıyı kesen bir tane ana yol var ve onu çözmeye çalışıp, onunla entegrasyonu nasıl yapacağınızı bulmaya çalışırken ve kendi içinde bulmuşken, biri diyor ki “yolu yeraltına aldım”… Ve sorun kalmıyor ortada, ödül gurubunda yer alıyor proje. Bu da bir yaklaşım tabii ki, böyle bir şeydi Beyoğlu’ndaki de.

GÖKHAN KODALAK: Bizim projemizin kentsel bir istikametteydi, mümkün olduğunca yerden kaldırılmış -ama üst kotlarla ilişkisi koparılmamış-, yarı kamusal alanları olan, bodrumda sadece depoların bulunduğu bir proje. Yerden kaldırmaktan amaç bu ağır hacmin tüm alanı doldurmasını önlemek ve herkesi o alanın içerisine çekmekti. Gerçi o zemin kottaki alan gerçek fuayenin çok küçük bir kısmıydı. Bir taraftan Haliç’le ilişki kurup bir adım arkanıza döndüğünüz zaman Galata’yla ilişki kuran ve sonra da tiyatroya girdiğinizde, tiyato içinde de bu ilişkiler bütününün bir parçası olmaya devam ettiğimiz bir projeydi kurgulanan ve bizim için de en anlamlı şey buydu.

beyoglu-2.jpg

ERHAN VURAL: Bizim öğrencilikten beri takip ettiğimiz, sonrasında yarışma dünyasına girdikten sonra birlikte yarıştığımız arkadaşlarımızın, rakiplerimizin birçoğu bu yarışmada ödül alamadı, elendi. Onlarla bir araya geldik, konuştuk, bizim çevremiz genelde ödüle layık görülmediği için, jürinin bakış açısıyla ilgili olduğunu düşündük ödüllerdeki tartışmalı durumların.

GÖKHAN KODALAK: Umut etmek yarışma süreçlerinde pek anlamlı değil tabi. “Çok iyi bir proje yaptık, demek ki biz birinci olacağız” gibi bir düşünce ne olası ne de anlamlı. Bazı projelerimiz çok daha iyiydi, ödül alamadı ya da düşük ödüller aldı, işin içinde birçok faktör olduğunu gözönünde bulundurmak lazım. Tabi bu mızmızlanılacak bir durum da değil, daha düşük ödüller alması gereken projeleriniz de bazen daha iyi yerlere çıkıyor, çift yönlü bir durum. Sonuçlar açıklandıktan sonra bu projeyi tartışmaktan çok bakış açısıyla ilgili bir durum olduğunu fark ettik. Jürilerin kalitesini de yarışmalarınkinden ve yarışmacılarınkinden ayrı düşünmemek lazım.

ERHAN VURAL: Şimdi bakınca, böyle bir konuda proje üretmiş olmak ve bu konuyu öğrenmek beni mutlu ediyor. Çünkü bu yarışma İstanbul’da açılmış, benim hatırladığım en saygın yarışmalardan birisiydi, gerek konumu gerek konusu itibariyle. Ve hiç bilmediğimiz bir konuda bilgi sahibi olmak, şu anda düşündüğünüz zaman oldukça avantajlı gözüküyor.

h-g-2.jpgHASAN GÜMÜŞSOY: Her yarışmanın farklı bir konusu var. Projeye başlamadan önce derinlemesine bir araştırma çalışmamız oluyor. Beyoğlunda da öyle oldu. Hem mimari hem teknik bilgi birikimimize epey katkısı olmuştur. Öğrenme süreci devam etmiş oluyor; deneysel yaklaşımlarımızı da düşünürsek Aboutblank ‘i okulun devamı olarak kabul edebiliriz.

GÖKHAN KODALAK: Bizden bir çocuk tiyatrosu, bir ana tiyatro, bir de deneysel tiyatro isteniyordu. Bu 3 tiyatroyu yerden kaldırıp herkesi, bütün kamuyu, tüm kamu akışını içeriye alan, herşeyi bir araya getiren ve ortak bir fuayede buluşturan bir proje tasarladık. Bu ortak nokta da bir taraftan Haliç’le diğer taraftan Galata Kulesi ve tarihi Galata dokusuyla ilişkiye giriyordu.

Tiyatro yapılarının bugün en azından Türkiye’de kentsel ve kamusal anlamda problemli olduğunu düşünüyorum. Öncelikle tiyatro programını kentle barıştırmak; ikincisi Beyoğlu’nda bu kadar özel bir alanda, çevresindeki tarihi vergi dairesi yapısı ve tarihi Galata dokusuyla entegre etmek, bu özel dokunun vistalarını kullanmak; üçüncüsü de bunları yaparken söylediğim gibi bütün bu projeyi meydana getiren 3 kütleyi ayırıp ana fuayelerini ortak çözmek ve tüm bu deneyimi bu akışkan fuayeye aktarmak gibi bir anlayış vardı.

OZAN ÖZDİLEK: Mesele iyi proje yapmakla beraber anlaşılabilme meselesine döndüğü zaman görüyorsunuz ki, tamamen jüriyle ya da orda sizin projenizi seçenlerle girdiğiniz diyalogdan ibaret aslında projeleriniz. Bir mansiyon projesi çok iyi olabilir gözünüzde, çok ciddi potansiyelleri olabilir ama o mesela kendi fikirlerini istediği kadar ortaya koyamamış ya da jüriyle benzer düzlemde bulunamamış olabiliyor. Başka bir şeyin peşinden gidiyor. O nedenle de biraz amaca uygun olmamak gibi bir şeyin içine giriyor, bu yüzden de köşeye atılabiliyor, bu durumlar da çok var.

MİMDAP: Yozgat Ticaret Kültür ve Sanat Merkezi Ulusal Mimari Proje Yarışması’ndan da bahsedelim.

GÖKHAN KODALAK: Yine iki farklı sistem arasındaki hibritlenmelerin denenmesi üzerine bir proje. Sert bir strüktür, gayet kolay inşa edilebilir ve kolayca anlaşılabilir çok basit bir sistem bulunuyor. 4 ayrı kütleyi tanımlıyor bu sistem. Daha sonra bunların aralarındaki boşluğun akışkan yarı kamusal bir dokuyla örüldüğünü görüyoruz. Yapılar arası boşluğa bir plazmanın enjeksiyonu ve daha sonra onun kabuk bağlamasına benzer bir kurgusu var. Bu sistem aslında yine bahsettiğimiz sert olanla akışkan olanı çarpıştırmak üzerine kurulu bir şey. Bugünkü mimarlık dünyasındaki çarpışmanın etkisiyle ilgili olabilir bu. Bir tarafta tamamen her şeyin akışkan olduğu projeler, diğer yanda da tamamen rijid olanlar var. Çok üniter bir bütünlük arayışı ve dekonstrüksiyonun dahi bir bütünlük çerçevesinde olması gerekliliğine benzer kısır bir hava soluyorum ben açıkçası. Oysaki biz genelde ikisinin birbirine dönüştüğü anların, çürümenin, birarada bulunmanın, sadece katının, sadece sıvının değil, tüm fazların içiçe geçtiği bir fazlararası durumun peşine düşüyoruz. Böylece her fazın kendi potansiyellerini de kullanmaya çalışıyoruz ve bunların gayrımeşru çocukları üzerine kafa yoruyoruz.

yozgat-1.jpg

OZAN ÖZDİLEK: Sanırım ilk defa elle tutulabildiğimiz bir malzemeyi soyut bir şeye, sanal bir ortama aktarabildiğimiz bir projeydi bu. Aslında bu orda bir diş macunu olarak soyutlanmış ama UHU gibi bir şey de olabilir mesela. Kurudukça kendi platformlarını oluşturuyor. Kimyasal içeriğinden dolayı, böyle bir şeyden esinlenerek yapılabilecek bir şey.

İlk başta bir boşluğu sıvı bir şeyle dolduruyorsunuz, o sıvı kuruduktan sonra kendi dalgalarını oluşturuyor, kendi kolonlarını oluşturuyor. Kendi kimyasal yapısı kendi kurallarını oluşturmaya başlıyor. Bu yapıları ya da bu katı küpleri birbirine yapıştırıyor. İlk defa malzeme soyutlamasından ortaya çıkmış bir proje bu.

ERHAN VURAL: Bu projede bahsettiğimiz o organik yapılaşmanın algoritmik bir alt yapısı var. Gökhan’ın deyimiyle ‘yapılar arası boşluğa enjekte edilen plazmayı’, Voronoi prensiplerine dayanan bir yazılımla bilgisayar destekli tasarladık. Dolduracağımız boşluktaki parametreleri biz belirledik, boşluğu organize eden strüktürü bilgisayar tasarımladı.

Projenin en son ortaya çıkan heykelinden, mimarisinden öte bizim bu projede ulaşmak istediğimiz nokta kitle altyapısı ve denediğimiz yeni teknikler oldu. O yüzden burada, proje sonucunda ortaya çıkan bir görsel değil, görselin altyapısını üretme süreci daha önemliydi bizim için.

yozgat-2.jpg

OZAN ÖZDİLEK: İlk başta görsel üzerinden çalıştığımız çok az şey var. Hep ikinci planda “görseli güzel olmalı” diyoruz tabi, sonuçta bir cephe sunuyorsunuz, bir paftanın üzerine bir cephe yerleştirmek zorundasınız ve onun görseli iyi olsun istiyorsunuz fakat yine de o görsel, başta kuruduğumuz, daha konsepte başlarken özünde oluşturduğumuz tüm fikrimizin sonucunda doğal olarak karşımıza çıkan bir şey oluyor. O sistemin bir sonucu olduğu için pek öyle görsel üzerinden çalışmak gibi bir derdimiz yok. Alıp bir cepheyi mesela, kuzey cephesi böyle olmalı diye çizdiğimiz bir şey yok.

MİMDAP: Ama sonuçta ortaya çıkan paftalar, göz dolduran paftalar. Aslında iyi bir şekilde o görseli de oturtabiliyorsunuz son aşamada.

OZAN ÖZDİLEK: Belki de tasarlanmadığı için öyle oluyordur.

g-k-1.jpgGÖKHAN KODALAK: Diyagramlarla aramız iyi. Genelde projenin son ürününü değil de buradaki gibi fikrini anlatmaya çalışıyoruz. Bunu anlatmak da abes aslında, ama jüriyle kurulacak diyalog için fikri karşı tarafa geçirebildiğimiz projelerden daha iyi geri beslenim aldığımızı gördük. Çünkü cephenin köşe detayında böyle bir şey var, bu buradan geldi ya da kapı şöyleydi, iki metreydi gibi şeylere çok fazla erişemiyoruz bu süre içerisinde. Erişmemiz lazım aslında ama biz bu fikri ve süreci öncelikte tutuyoruz. İlk başta fikir nasıl olur, bu kütleler bir şekilde bir araya gelirler, kütleleri oraya oturttuktan sonra bir metre sağda bir metre solda pek önemli değil. “Bütün o keskin köşelere, tüm hatlarına hakim olmalıyız, Köşesini bile ben bilmeliyim”ci determinist yapımız pek fazla yok. Zaten bugünün dünyasında pek bir anlamı da yok. Bir aktörsünüz siz tüm bunlar içerisinde. Şu an bu yapıyı yaptırmaya çalışsanız bile aynı şekilde yaptıramazsınız. Malzemesiyle her köşesi değişecek, bambaşka aktörlerin arasında dönüşecektir ve bu olumsuz bir durum da değil. Şuan bize geri verseniz de zaten yine değiştirerek, dönüştürerek yaparız.

Önemli olan bunun içerisinde nasıl bir konum, nasıl bir taraf almanız gerektiği gibi geliyor bana. Biz genellikle ucunun açık kaldığı, açık bir yapıt gibi, hep %75’ine %80’ine kadar gelip, son tarafında dönüşebilecek, değişebilecek, daha farklı da olabilecek, bazı projelerde alternatifler de olabilecek esneklikte projeler düşündük. O nedenle diyagramlar çok önemli. Mesela 7 tane render ya da görsel vermek yerine 2–3 tane verip, 4–5 tane diyagramla orayı doldurmayı tercih ediyoruz. Alternatifler, kentsel prensipler, yapı prensipleri, peyzaj rehberleri, makro konseptler vb. gibi. Yani şöyle söylemek gerekir belki, analiz ve diyagram, bitmiş bir ürünün temsili anlatımı değil, proje üretim aşamasında tasarımın bir parçası olmalı, bir çeşit düşünen imalat gibi.

OZAN ÖZDİLEK: Potansiyelleri çok fazla olduğu zaman hayal kurdurabilme özelliği olabiliyor projelerin. Bazı projeler en ince ayrıntısına kadar tasarlanmış ve bitmiş olabiliyor. Ama kentsel, büyük bir proje yapıyorsunuz. Sürekli aslında kendi içince deviniyor, devam ediyor. O nedenle ucunun açık olması en önemli şarttı belki de bu projelerde.

Mesela yarışmalarda bir proje yapılır, sonra o projeyi anlatmak için diyagramlar kurulur. Ben bunun yanılgı olduğunu düşünüyorum. Biz ikisinin arasında kalıyoruz aslında. Onu yaptığımız durumlar da oldu ama biz projeyi inşa ederken diyagramını yapmayı önemli buluyoruz. Çünkü bütün fikrini anlatıyor. Biz diyagramlarla araştırıyoruz projenin nerelere gelebileceğini.

e-v-1.jpgERHAN VURAL: Bizim aramızda, 4 kişi olmanın verdiği avantajla görev dağılımı çok rahat oluyor. Bir kişi araştırma yapıp diğeri altlıkları oluştururken, başka biri diyagramları yapmaya başlıyor. Aslında proje sürecinin başladığı andan itibaren son ürünleri üretmeye başlıyoruz. Bu şekilde etkileşimli, geri dönüşlü bir üretim süreci yaşıyoruz.

GÖKHAN KODALAK: Projenin son aşamasına geldiğimiz zaman işin sadece görev dağılımına, işin emek kısmına kalmış oluyoruz. Ondan önce projenin birçok şeyi çözülmüş oluyor. Ama en son halinde hala hep bir çözülmemişlik de- olumlu anlamda kullanıyorum ama olumsuz tarafından da bakılabilir – işin içinde oluyor. Hep öyle bir şey bırakıyoruz.

MİMDAP: Adana Ziyapaşa Mahallesi Kentsel Tasarım Ulusal Proje Yarışması hakkında neler söyleyeceksiniz?

GÖKHAN KODALAK: Biz Adana yarışması sırasında çalışıyorduk bir yandan. Şu anda Türkiye’de mezun olduktan sonra pek çok kişinin ilk yaptığı en basit, belirli şey gibi bir ofis içerisinde çalışıyorduk. Ama bir yandan da yarışma projeleriyle ilişkimizi kesmek istemiyorduk. Çünkü 4–5 tane öğrenci yarışmamız vardı. Bunu ulusal aşamaya nasıl taşıyabiliriz diye düşünüyorduk. “Taşıyabilir miyiz, taşıyamaz mıyız, benzer bir ortam mıdır, orada kazandığımız başarıları burada da elde edebilir miyiz” gibi kafamızda soru işaretleri vardı ve bu yüzden bir araya gelelim istedik. Aynı ofise geldik. Aynı ofiste beraber iş yapmak dolayısıyla –birlikte hareket etme, aynı çıkış saatleri gibi avantajları kullanarak- bir yarışma yapmak gibi bir fikrimiz vardı. Bu proje de böyle çıktı. Bu projede de çok sıkıntılı bir şey var. Sıkıntılı derken çok fazla yorulduğumuz, gece 3’lere kadar çalışmak zorunda kaldığımız bir projeydi. Bir yandan çalışıyoruz, sabah 9 akşam 7 çalışıp, sonra çıkıp projeyi yapıp geri geliyoruz. Böyle bir süreçti. Daha yeni mezunuz, çok yeniyiz ve de bu kadar büyük, önemli ve de kentsel bir projeyi, böyle bir ölçek içerisindeki bir projeyi yapmak, her tarafına hakim olmaya çalışmak çok zordu. Buradan aldığımız ikincilik ödülünden sonra dışarıda çalıştığımız işlerden ayrılıp grubumuzu kurduk tam olarak. Yani, ABOUTBLANK’in özgürleşmesini sağlayan proje bu olmuştu. O nedenle bu bizim dönüm noktalarımızdan birisi olduğundan çok önemli bir proje.

OZAN ÖZDİLEK: Projeyi bir nevi bağımsızlık yolunda kurtuluş olarak görüyoruz aslında.

ERHAN VURAL: Bu projede çok da mütevazı olmamak lazım, gerek kolokyumda gerek forumlarda en çok konuşulan projeydi. Kendi içimizde üretip daha sonra insanlarla paylaştığımız ve gördüğümüz dinamikler, aldığımız tepkilerle bizi de şekillendiren projelerden biriydi.

İki farklı kesimi vardı projenin, biri sahil kesimi -ki en önem verilen ve ciddi bir peyzaj tasarımı gerektiren bir kısımdı-, bir diğeri de Mimar Sinan kesimiydi, cami, sinema, konser salonu, konutlar ve ticaret fonksiyonları önerilmesi beklenen kesimdi. Projemizde, o kentsel donatılarla peyzajı nasıl bir araya getiririz, nerden bunları entegre edebiliriz-in sorgulamasını yaptık. Yine kentin içinde kurguladığımız grid sistemi peyzajın içine katıp kent meydanında bu iki dokuyu bir araya getirdik. Sahil yoluna nasıl davranmalıyız sorusunun tartışmasını çok yaptık. Yeraltına mı almalıyız? Müdahale etmemeli miyiz? İlk defa girdiğimiz için profesyonel bir yarışmaya, bu işin maliyeti nedir, yasal sorunlar nelerdir, bunları tartışırken hem çok şey öğrendik, hem arada kaldık.

adana-1.jpg

GÖKHAN KODALAK: Biz önümüzde bir engel olduğu zaman onu da bir aktör olarak alma taraftarıyız. Bunun üzerinden atlamak ya da kapatıp geçmek gibi bir düşüncede olmuyoruz genellikle çünkü o öğenin de orada bir anlamı olduğunu düşünüyoruz. Bütün engelleri kötü olarak düşünmüyoruz, onun bir tarafından bağlanmak, onunla bir araya gelmek, belli başlı yerlerde bırakmak gibi alternatifleri düşünmeye çalışıyoruz.

ERHAN VURAL: O sorunu yeraltına almak da bir çözüm tabi ki ama biz onunla mücadele etmeyi daha çok benimsedik. Ona göre bir proje hazırladık.

GÖKHAN KODALAK: Kentin belli başlı aksları vardı zaten. O aksları biraz daha rasyonel hale getirmeye çalıştık… Bunun yanında iki tane esas aksımız da var, onları da suya kadar getirerek biriyle kültür sanata, diğeriyle de konut tarafına bağlamayı denedik. Ardından sahil geliyor ve aslında aynı gridden başlıyor ama sahil kotunu, yeşilin de verdiği rahatlıkla, topografyanın da getirdiği üçüncü boyutla, çıkıp inilen, suya doğru eriyen bir peyzaj olarak tasarladık. Aralarda da küçük küçük işlevler taşıyan yapılar vardı. Çünkü bu sahili nasıl değerlendireceğimiz de önemliydi, burayı insanların salt oturacakları ya da yatacakları bomboş bir sahil olmasını istemediğimiz, tamamen yapı stokuna da boğmayı tercih etmediğimizden dolayı, o parçalı ve çoğul rekreatif işlevleri enjekte ettik.

ERHAN VURAL: Yapılaşmanın erimeye başladığı yer de kent meydanı ki zaten istenen de bir kent meydanı tasarımıydı. Bizim burada önerdiğimiz meydan, meydanın çağrıştırdığı gibi sadece sert zemin değil, bir kısmı peyzaja bir kısmı kente yönelik arada bir yerdi.

GÖKHAN KODALAK: Burası aslında “melez”in tam karşılığı. Oraya geldiğinizde, kentsel doku da sizi içine davet ediyor, sahil de. Yani seçim size kalmış. Hiçbir taraf ön planda değil. Ya da şöyle diyelim ön plana çıkan sizin en önemli aktör olarak ne tarafa yönlenmek istediğiniz. Kent meydanında bizim yaptığımız o kente giriş yapısı da, anlamlı bu kapsamda, çünkü bizim monumentlerle ilişkimiz de benzer. Hem belli bir bölgede yeraltına aldığımız toplu ulaşım sisteminin, otoparkların çıkış noktası, hem kentsel odağın bir anıtsal parçası, üzerine çıktığınızdaysa, seyir terası işlevi görüyor, o zaman da denizle ve yine kentle ilişki kuruyorsunuz. Olabildiğince multifonksiyonel ve bu melezlenmiş kent merkezine uygun bir biradalığa sahip bir anıt.

adana-2.jpg

MİMDAP: Ankara Ulucanlar Merkez Kapalı Cezaevi Ulusal Fikir Yarışması’nda da 3.lük ödülü almışsınız.

GÖKHAN KODALAK: Bu yine bizim parametrik tasarıma yatkın düşünme biçimlerimizden birinin sonucu. Çoğu projemizin temelinde bir parametrik altyapı var ve potansiyel üstyapısını da beraberinde getiriyor ama parametrik tasarımı kompütatif anlamda sadece tek bir projede kullanabildik. Yani oksimoron bir şekilde ortaya koymam gerekirse, bizim birçok projemiz manuel bir parametrik tasarımın izlerini taşıyor. Örneğin burada, çok basit bir Pisagor Üçgeni düşüncesinden yola çıkarak yaptığımız bir üçgen sistem var. Onlar da bir araya gelerek eşkenar dörtgen bir modül oluşturuyorlar. Bunların da hacim kazanması ve birbirlerine eklemlenmeleriyle zengin bir birliktelik potansiyeline sahip oluyorsunuz.

ulucanlar-1.jpg

Projenin konusu, “hapishaneyi nasıl dönüştürebiliriz” idi. Fikir projesi olduğu için kendi kentsel fikirlerimizi nasıl geliştirebileceğimizi düşündük. Yapı ölçeğine çok bağlı kalmadık. “Bugünün kontrol toplumunda, kent kendi içinde zaten bir hapishane gibidir” gibi bir fikir üzerinden, bunun içerisinde nasıl özgür mekanlar yaratabiliriz diye yola çıktık. Bu özgür mekanlar için de bütün kentsel dokuların ve boşlukların arasına girip, her biri kullanıcı odaklı ve dijital ağlarla bağlanmış sistemler oluşturmayı düşündük.

Bununla birlikte oluşturduğumuz bir zaman çizelgesi ile bizim başlattığımız bu pisagor sistemiyle bu modüller kuruluyor ama biz mimar olarak bunları öngördükten sonra, örneğin 2049 gibi bir zamana kadar devam edebilecek bir süreç öngörüyoruz. Orda da diyoruz ki, başka şirketler, başka mimarlık firmaları ya da insanlar kendi şartlarıyla başka modüller önererek bunları geliştirebilirler. Bu sadece bir fikir. Kent boşluklarını içeri alarak özgür mekanın hapishaneden başlayıp genişlemesi gibi bir tarafı var. Burada bu yeni özgür mekanların üretiminin ana karargahının eski hapishane yapısı olması tabi ki önemli. Özgür mekanların içleri boş ve sadece laptoplarla donatılmış durumda. Mimarlıktaki fonksiyon kavramını dekonstrükte etmeye çalışan bir kurgu var. Bomboş bir mekan içerisinde bir tane dizüstü bilgisayar varsa yemek söyleyip orayı kafe yapabilirsiniz, çalıştığınız zaman orası ofisiniz olur, yatarsanız eviniz. Artık determinist fonksiyonlar üzerine ahkam kesmek eskisi kadar kolay değil. Çok karma bir sistem içerisindeyiz o yüzden burada da o yönde bütün sistemin sosyal bir ağ gibi, o zamanlar daha yoktu ama şimdiden bir örnek vermek gerekirse facebook ağı gibi, herkesin bilgisayarlarının birbirine ve bütün bu modüllerin de birbirine bağlı olduğu bir sistem var. Dijital ağ ile kentsel ağı nasıl üst üste getirebilirizin denemesini yaptık diyebiliriz. Tabi 1984 çağrışımlı kontrole kaçış çizgisi aramaya çalışırken kendisinin kontrolün bir parçası olması tehlikesini de barındırmıyor değil. Ama internetteki olasılıkların ve Deleuzyen anlamda “Fold” kavramının, bir ucun hiç beklenmedik bir anda bambaşka bir uca erişebildiği bu zengin kurguyu kentsel ölçekte nasıl yapabilirizin bir denemesi olarak görülebilir. Tabi o zaman bizim için daha Deleuze de yoktu.

ulucanlar-2.jpg

Bütün bu denemeler daha sonra mesela İzmir’de başka şekilde kullandığımız bir modüler sistem oldu. O yüzden bu denemeleri böyle yapmamız bizim için avantajlı olmuş denilebilir. Bu projelerde deneyimin uç noktalarında gezinmemiz bizim için önemli sonuçta. Fikir projesi olmasaydı, hapishanenin içerisinde farklı fonksiyonlar yerleştirmeye çalışacaktık belki. Ama zaten bizim amacımız hapishane ile ilgili bir şey değil de kendimiz için bir database, bir fikir denemesi nasıl olabilir kentsel ölçekle nasıl çatışabilir, “hapis”lik nedir de “hapishane”ye ihtiyaç vardır, bunları görmeye çalıştık. Tabi oldukça da gençtik. Bir sonuca ulaşmaktan çok, sorgulamanın kendisini anlamlı bulduğumu söylemem gerekir.

OZAN ÖZDİLEK: Aslında bu projenin, fiziksel yönünden ya da modülasyonundan ziyade ideolojisi güçlüydü. Burada oluşan şeylerin kente sıçramasını, sağ sola saldırabilmesini sağlayan daha sanal bir şeydi. Bir sürü dünya kentine aslında çok da hakim olan ve hiç kimsenin de aklına gelmeyen bir grid sistem var aslında. Gride benzer ya da gridin belli başlı dönüştüğü sistem gibi. Bunların kimse farkında değil ama yapı adalarından oluşan, yapı adalarının binalara dönüştüğü, sokakları oluşturduğu bir sistem var. Aslında bu da kentsel boşluğun ve mekanın organize edilmesi için bir sistem. Bunlardan 5 tanesi bir araya gelip de bir boşluğu tanımlayabiliyor, oraya boşluk diyebiliyorsunuz. Ama boşluğun fiziksel bir karşılığı yok. Bunun sanallığını vurgulamak açısından bence bunlar daha önemli.

GÖKHAN KODALAK: Organizasyonun anlamlı tarafı da şu, otoriter bir tarafta durduğu, bütün kentsel boşlukların organize edildiği, her taraf tanımlı olsun, kameralarla kontrol edelim, Orwellvari bir dünyaya kavuşalım değil tabi ki ama buraların insanların kullanımına elverişli olması önemli, bomboş diye anlatmak istediğimiz şey o. Bu mekanların içerisinde fonksiyon da arıyoruz. İnsanın içerisine girip, kendisinin fonksiyonları denetlediği ve daha önemli kendisinin bu fonksiyonları ürettiği bir boşluk. Fonksiyon üretici olarak da dijital ağı ve interneti seçtik, dünyadaki tüm fonksiyonları yavaş yavaş içermeye başladığını görmek artık pek şaşırtıcı olmasa gerek. İşin sanal kısmından çıkıp bu tarafa geldiğimiz zaman yavaş yavaş sorunların da nasıl çözüleceğine bakmak gerekiyor.

Bu projede güvenlik sorunu nasıl olacak, biri girer burası benim derse ne olacak, özel sektör burayı kiralayabilir mi, devlet adına bazı bölümler ayrılabilir mi gibi başka problemler de vardı ama en azından o denemeleri yapmak lazım. Boş mekanları insanlara nasıl veriyorsunuz? Boş mekan, kullanılmıyor. O boş mekanları alıp kullandığınız zaman, belli başlı bir sektörle ya da devletle ilişkisini kurduğunuz zaman yine insanlar tarafından kullanımı farklı bir aşamada. Kente tamamen kazandırırsak nasıl olur diye düşünüyorduk. Ya da bu mümkün mü. Etik bir probleme gelip dayandığımızda ben anlamlı bir yere geldiğimizi anlıyorum. Çünkü hapishane problemi de bu spesifik örnekte bakmamız gerekiyorsa, aslında herşeyden önce etik bir problem. Özel sektörün, devlet sektörünün yanında doğrudan insana ait kamusal bir sektör yaratılabilir mi. Tabi tüm bunlar büyük sorular, altını bir yarışmayla doldurmak zor, ama bir ucuna eklemlenmek lazım.

ulucanlar-3.jpg

Benzer bir fikri Ankara Hasanoğlan Köy Enstitüleri Ulusal Fikir Yarışması projesinde de kullandık.

OZAN ÖZDİLEK: Hasanoğlan Projesi’nde yaptığımız mekanların billgisayarda dijital karşılığından bahsedersek bir yüzeyden ibaret olduğunu görüyoruz. Ama sonuçta bir yapı yüzeyden oluşmuyor, kolonu, kirişi olmak zorunda kalıyor. Bu projede tam olarak yüzeyden ibaret olduğu için aslında biraz daha elle tutamadığımız bir şey. Biraz kafamız karışık bu konuda ama bütün projelerde bir kafa karışıklığı olması bence iyi bir şey, her şeye hakim olmak çok iyi değil.

GÖKHAN KODALAK: Zaten projeleri yaparken “harika oldu bu” diyerek bitirmiyoruz, projenin her anında, durmadan, her şeyde çatıştığımız oluyor. Bizim için çok yorucu oluyor ama projeler farklı fikirleri içinde barındırabiliyor.

Hasanoğlan projesi için konuşmak gerekirse, işi salt fiziksel olarak gördüğünüz zaman çok tehlikeli bir projeyle karşılaşıyorsunuz, nerdeyse bizim bütün söylediklerimizin tersi gibi, bir tane tüpten başlayıp diğer taraftan çıkılıyor, neredeyse fordist gelenek. Projenin genelini ilk başta biz insan fabrikası adı altında geliştirmiştik. Bunun da bir ironik alt yapısı var, ama daha sonra gördükleri yerde elerler diye, ismi eğitim fabrikasına değiştirdik ki yine elediler.

hasanoglan-1.jpg

Burada köy enstitülerinin kendisine karşı eleştirel bir yaklaşım vardı. Bir yandan onun getirdiği geleneği, devamını nasıl düşünebiliriz diye bakıyoruz, çünkü şu andan geriye bakıldığı zaman politik tarafına çok girmek istemiyorum ama bir taraftan “harikaydı, ülkemizin en önemli modernite projesiydi ama bozdular, şimdi ülkemiz bu hale geldi” gibi taraf var, bir de karşı tarafı komünist yaftalamarıyla suçlayan diğer taraf var. Aslında ikisini de pek anlamlı bulmadığımı belirtmem gerekir. Bizim için önemli olan bunun içerisindeki avantajı ve dezavantajı neydi, bizi ilgilendiren o oldu ve üretim olarak çok avantajlı, anlamlı bir sistem var, biz bunları nasıl kullanabiliriz diye işin içine girmiştik. Burada da Venn şemasından çıkan bir proje var. Bir üretim bandının bir tarafından giriyorsunuz, diğer tarafından çıkıyorsunuz. Bu tüm enstitü işleyişinin başlıca eleştirisi ve proje bu lineer algının nasıl bozulabileceği üzerine kurulacak. Köy halkı sanki bir taraftan girecek, diğer taraftan da aydın köylü olarak çıkacakmış gibi bir modernleştirme politikası var. Ama tabi böyle bir kurgunun toplumsallığı yok sayıp, sadece ideolojik bir dayatmayla gerçekleşme şansı yok. Ama bunu nasıl kullanacağız?

aboutblank2.jpg

Bunu da yine bir süreç projesi olarak ele alabiliriz, projenin ilk başta konstrüksiyon, kurulum, projenin kendini kurma aşaması var. Bu da bizim zaten köy enstitülerinden ödünç aldığımız bir fikir. Bizce en anlamlı yönlerinden biri kendi kendilerini kurmalarıydı. Daha sonra yıkılmasının da sebebi bu. Çünkü köylüye de öğrenciye de çok büyük bir yük veriyorsunuz. Bunun kendiniz kurun diye devlet hiçbir yükün altına girmiyor ama aynı zamanda da bunun kurulumunu sağlıyor. Bunun da hem avantajı hem dezavantajı var. Avantajı kısa dönemdeki artan okuma yazma oranı, ekonomik yük olmadan tüm Türkiye çapında örgün eğitim sisteminin temelinin kurulmaya başlanması, dezavantajıysa köylünün tüm bu yükü üstünde görmesi nedeniyle bu projeye desteğini yavaş yavaş çekmesi. Buradaki sistemde de ilk aşamada kendi kurulumunu yapıyor, işin içinde köylüleri aydınlatmak gibi yüce bir görev olmadığından, öğrenciler eğitimlerinin bir parçası olarak başlangıçta biraz istismar ediliyorlar dolayısıyla.

Burada da karmaşık tellerin birbirine karışması gibi bir fikir var. Yine biz buraya belli başlı modüller, bloklar veriyoruz. Oradaki insanlar, öğrenciler bu projenin içinde yer alacak olan kişiler kurmaya başlıyorlar. Biz tabi buna belli başlı ön bellekler tahsis ediyoruz. Daha sonra bunlar kurulmaya başlıyor ve bir süre sonra işin ikinci kısmı olan ekonomik boyut başlıyor. Tarım olacak yerler üzerindeki sistemler kuruluyor. Ama bu sistemler kurulurken hep birbirinin üzerinden geçen, üst üste çakışan, transpoze mekanlar yaratılmaya çalışılıyor ki onun anlamını birazdan söyleyeceğim. İkinci aşamada da böyle bir tarım mekanı detayları var. Tarım bir yanda insanların çalıştığı, bir yandan ürettiği, bir yandan da öğrenildiği, o yine köy enstitüsünün iyi tarafından aldıklarımız, işin yapılırken bir yandan da öğrenilmesi sistemi nasıl olur, bugünkü dünyada nasıl yer alabilir? Üçüncü aşamada da iş paranın kendi içine giriyor artık dijital bir dünyada olduğumuz için, üretimin salt böyle bir şey olmadığını, artık sadece emek üzerine kurulu olmadığını anlatmaya çalışıyoruz. Marksist dönemden kalma, bir ürün var, emek var ve bunun sonucunda da para var gibi değil, artık paranın kendisinin de üretildiği, sistemin kendisinin kendi fetişlerini yarattığı, kendi üst imgeleri üzerinden kurduğu bir değerler sistemi var. Paranın kendisinin değer kazanıp kaybettiği bir sistem. En anlaşılabilir örneği olarak borsa. Ya da tüketim terminolojisindeki markalaşma. İki marka arasındaki benzer üründen birine neden daha fazla ücret ödediğiniz. Bunun için işin ekonomik kısmında daha dijital bir çalışma sistemi var. Dördüncüde de bir kültür, sanat, tarihle iç içe bir yapı var. Bu katmanların hepsi üst üste geldikten sonra, hepsi birbiriyle çakıştıktan sonra sistemi artık fiziksel olarak çok düşünmemek lazım.

Bu upuzun diziler vs bizim için çok önemli olmayan şeyler. Bu işin ironik tarafı. Projenin içerisinde ironisiyle, söylemeye çalıştığı şey aynı anda olduğu için bu projede tehlikeli bir durum var aslında, yerdiğiyle önerdiği aynı tepside, dolayısıyla karışma şansları da yüksek. Onun dışında buradaki anlam şu: hepsi üst üste geldiği için, ben bir öğrenci olarak içeriye girdiğim zaman diğer taraftan zaten çıkamıyorum. Gidiyorum, bir taraftan ekonomiyle ilgili bir şey okurken, bir yandan da aşağıda tarımla ilgileniyorum, üstteki bir başka modüle geçiyorum, oradan da başka bir yere gidiyorum, sonra o beni geri atıyor ve durmadan başka şeyler öğrenebiliyorsunuz. Demin söylediğimiz gibi, peyzajcı ile bir ilişkimiz yok derken burada herkesle bir ilişki içerisine girmek durumunda kalıyorsunuz. Ekonomi için bir araya geliyorsunuz, bir şey merak ettiğiniz an felsefe bölümüne gidiyorsunuz, hayır öyle değil, peki bunun uygulaması nasıl, pratiği nasıl derken öteki tarafa yöneliyorsunuz gibi çok katmanlı, interdisipliner bir tarafı var. Bunun içerisinde de yine bir ikili sistem var. İsterseniz ki bu da tercih edilecektir, bir taraftan başlayıp diğer taraftan dümdüz ilerleyerek, hiçbir yöne sapmadan çıkabiliyorsunuz. Hayır, ben ömrümün sonuna kadar öğrenci kalmak istiyorum diyorsanız, işte bunun tehlikeli tarafı, avantajlı tarafı da var ama durmadan döngüler içerisinde farklı zigzaglar içerisinde de yer alabiliyorsunuz. Böylece siz de bir ürün olarak çıkabiliyorsunuz ki aslında çıktığınız zaman da bir anlamda “üreten ürün” olmuş oluyorsunuz. Ürün olmaktan korkmak yerine bence gidilmesi gereken yönlerden biri bu. “Üreten ürün” olabilmek.

aboutblank5.jpg

OZAN ÖZDİLEK: Bunlara inşa edilecek şeyler olarak bakılmaması lazım.

GÖKHAN KODALAK: Çünkü bunlar fikir projeleri. Ama mesela TOKİ projesi de bir fikir projesiydi. Orda dersimizi almıştık, buradan bir şey elde etmek istiyorsak demek ki o zaman 1/100 planını da vermemiz lazım ama bizim de orta noktaya geldiğimiz bir şey oldu. Bir yandan kendi bu hali hazır çapraşıklar, iç içe geçmeler, tek merkezli olmayan sistemler nasıl olabilir bir yandan bunları düşünüyorduk, bir yandan da onların istediği, Türkiye standartlarında istenen şeyler nasıl olabilir, bunları bir araya getirmeye çalıştık.

MİMDAP: Çok gençsiniz, yeni mezunsunuz, sanırım iki senelik mimarsınız

ERHAN VURAL: Yüksek lisansa devam ediyoruz, hatta öğrenciyiz daha.

MİMDAP: Peki, bu mimarlık sektörüne nasıl bakıyorsunuz? Özellikle Türkiye’de mimarlığı nasıl görüyorsunuz? Yapabileceğiniz, evet ben bu işi böyle kuralına uygun yapabilirim ya da ben kafama göre ben bir şey yapmak istiyorum ama yapamıyorum gibi düşünceleriniz var mı? Düşünceleriniz, bakış açılarınız nedir?

ERHAN VURAL: Şu anda mimarlık ve sektör kelimelerini herhalde yan yana kullanamıyoruz, mimarlığa, yukarıda sıkça bahsettiğimiz gibi hala ideolojik taraflarından bakarken, son proje yarışmalarında biraz biraz sektörel ve yapısal taraflarına girmeye çalışıyoruz.

HASAN GÜMÜŞSOY: Bu yarışmalar aslında sektöre girme çalışmalarımızdan biri. Geçen sene birkaç profesyonel iş deneyimimiz oldu. Fakat ekonomik kriz nedeniyle, sanırım genç mimarlar olarak sektörde en önce elenenler oluyoruz. Belki bir süreliğine bizim için daha iyi olmuştur. Sonuçta yarışmalar da daha özgürüz ve fikirlerimizi daha rahat sunabiliyoruz.

GÖKHAN KODALAK: Bu dönemin anlamlı tarafı da var. Öğrenci olarak çıktığımız zaman en azından mimarlık camiasına en az ağlaması gereken gençler biz olmamız lazım. Diğer sektörlerde böyle kendimizi özgür olarak ifade edebileceğimiz ortamlar çok fazla yok. Çünkü en azından arkadaş çevremde çok kapalı ve cahil cühela bir şekilde bile etrafa baktığım zaman, diğer insanların hiç birinin böyle bir mesleki fırsatının olmadığını görüyorum, yarışmalar gibi yani. Onların hepsi belli bir sermayeleri yoksa o sektörün içine girmek zorunda, onun içerisinden bir şekilde, 10 – 15 senelik bir süreçe teslim olmak zorunda. Biz ise daha öğrencilikten çıkarken hatta çıkmadan önce durmadan kendimizi ifade edebiliyoruz. Şu anda da hala sektörün içerisinden bir siteyle bu konuşmayı yapabiliyoruz. Başka türlü bunu çok fazla yapma şansımız da olmaz. Bu aslında bizim için önemli bir şey. Kendi ismimizi ortaya çıkartmaya çalışıyoruz, bizim de içinde olduğumuz, Türkiye standartlarındaki projelerin içerisinde bizim de çok rahat bir şekilde yer alabileceğimizi göstermeye çabalıyoruz. Onun dışında hepimizin farklı istekleri, düşünceleri var, homojen bir kültürümüz yok. ABOUTBLANK olarak genel olarak işin iki tarafıyla da ilgilenmek istiyoruz.

ERHAN VURAL: Biz şu anda ABOUTBLANK çatısı altında toplanmış 4 tane adamız. ABOUTBLANK diye bir firma yok, firma denilen şey istediğiniz an olabilecek bir şey, ama bunun alt yapısını doldurmak, ekip ruhunu oluşturmak ve sürekli olmak daha önemli. Amacımız bir firma kurup orada oturmak değil, ABOUTBLANK denen çatıyı besliyoruz biz şu anda. Hepimizden daha ünlü ve daha göz önünde bir olgu ABOUTBLANK. Onun için çabalıyoruz. Sektörde de gelişme çalışmaları, firmanın yapısal tarafıyla ilgili çalışmalar zaten hep var bir yandan.

OZAN ÖZDİLEK: Günümüz dünyasında, klasik bir mimarlık ofisinde bir tane ya da iki tane mimar olur, o patronlar da çalışanlarına şöyle çizin, böyle çizin gibi işverenlerle ilişkiye girerler, projeler alınır gibi böyle katı ya da hantal bir düzen, bir hiyerarşi vardır. Hiyerarşilerin aslında bir şekilde işe yaradığını düşünüyorum ama böyle bir ofis hiyerarşisi, böyle tek bir düzlemi olan hiyerarşinin o insan için de, çevresi için de, mimarlık dünyası için de besleyici olduğunu düşünmüyorum açıkçası. Bizim aslında bir şekilde bağımsız bir yanımızın olması, kişisel anlamda çeşitli alanlarda da aktivite gösteriyor olmamız ve sonradan böyle bir ABOUTBLANK ideolojisi içine giriyor olabilmemiz aslında bu konudaki en büyük gücümüz bence. Böyle bir hantallığı taşımıyoruz üzerimizde ve daha güçlü kenetlenebildiğimizi düşünüyorum.

aboutblank6.jpg

GÖKHAN KODALAK: Kendi yaptığımız şeyler projelerimizdekiyle, fikirlerimizin birbiriyle çok yakın olması, deminki bahsettiğimiz tek merkezli olmayan, sarmaşık, kök-sap yapı ilişkisi neyse vaziyet planında, bizim kendi ilişkimiz de öyle olduğu için, yaratma sistemimiz de birebir öyle oluyor. Kök-sap dediğimiz şey aslında bir kökü olmayan, bir ağaç hiyerarşisinde olmayan bir sarmaşık kurgusu, organizmaya ait bir beyin kararları verir ve ona bağlı biri kol uzvu gibi bir şey çizer, onun resmini yapar şeklinde değil, tüm dallar kendi kökünü verir, kendi beyni olur, yani kendi kararlarını verir, kendi etrafına yayılır şeklinde çalışan bir prensip. Böyle bir sistem üzerine gitmeye çalışıyoruz. Hepimiz farklı taraflara kafamızı çeviriyoruz ama hala aynı çatı altında durabiliyoruz ve bu da anlamlı. Bu şekilde işi aynı zamanda bir ofis ortamına çevirip, işverenlerle görüşüp onlardan da ek iş alıp, bir yandan da akademik ortamda değişik şeyler üzerine gidip, bir yandan da işin teorisiyle ilgilenip, bütün hepsini bir arada yapmak istiyoruz ama bu hiç sermaye olmadan ve sadece mimarlık öğrencileri şeklinde yetişmiş olarak yapmamız için daha çok erken, bunu elde etmek için çok fazla faktör ve aktör lazım. Bizim de şu anda en azından yapabildiğimiz, kendimizi kanıtlamak. Girebildiğimiz bütün yarışmalara girip, bazen bazı mimarlık firmalarıyla içerde ve dışarda çalışıp, onların düşüncelerini, fikirlerini tanıyıp, sonra geri gelip tekrar birlikte çalışıyoruz. Akademik ortamda değerli gördüğümüz kişilere, konulara eklemlenmeye devam etmeye çalışıyoruz. Şimdilik elimizden gelen bu. Bunun dışındakileri sürece ve sosyal ilişkilere bırakmak gerek.

OZAN ÖZDİLEK: Böyle dört kişilik sabit bir kadrodan ziyade, sürekli genişletme çalışmalarımız var. Farklı düşüncelere sahip insanların bizim yanımızda bir şekilde katkı sağlamalarını, bizim sahip olduğumuz ideolojileri kırmalarını, bozmalarını, genişletmelerini talep ediyoruz, üretmek amacıyla sürekli böyle bir arayışımız var. Sırf mimarlık üzerine değil, film üretmek üzerine, fikir üretmek üzerine, düşünce üretmek üzerine sürekli arayışımız devam ediyor. Dört kişi olmanın ya da ABOUTBLANK üyesi olmanın tembelliğinden kurtulmaya çalışıyoruz. Birbirimize sırtımızı dayıyor olmamız çok önemli fakat hepimizin bağımsız ayakta durabilmesi de çok önemli.

MİMDAP: Diğer bir konuya gelmek istiyorum. Son zamanlarda özellikle mimarlıkta ve de şehir planlamada çok karşımıza çıkan bir şey: yeşil binalar. Her tarafta yeşil binalar, çatılarında bahçeler bulunan mimari yapılar ortaya çıkıyor. Siz çevre verilerini nasıl alıyorsunuz ya da Türkiye’de mimarlıkta yeşilin nasıl adapte olabileceğini düşünüyorsunuz ya da mimarlığın yeşile adapte olacağını düşünüyorsunuz? Projelerinizde nasıl ele alıyorsunuz?

o-o-1.jpgOZAN ÖZDİLEK: “Sektörün ya da çeşitli işverenlerin görüşü nedir?” Kapitalist sermayeler var çevremizde, kendisi için yetenekleri avlayan ve onları kullanan, kendi düzenleri içine getirmeye çalışan ya da zihinsel anlamda onlardan beslenen, onların dünya görüşünden de bir taraftan etkilenmeye çalışan çeşitli katı düzenler var aslında. Biz ya da ben şahsen “şunu yapmayalım” veya “böyle bir şey içine girmeyelim” gibi bir durumun içinde olmak istemiyorum. İçine girdiğimiz ya da içine sürüklendiğimiz düzen ne kadar katı, ne kadar tepeden inme olursa olsun, mesela çok büyük bir holdinge milyonlarca metrekarelik bir tane alışveriş merkezi tasarlamak gibi bir şey başınıza geldiği zaman bunu yapmayalım, bu insanlar için çok kötü gibi bir politikamız olmamalı diye düşünüyorum açıkçası. Bu konuda Rem Koolhaas’ın bir lafı vardır. Ona Dubai’de çok büyük bir proje gelir, aslında dev bir kent, o da ilk başta, kentin geçmişten gelen gelenekleri olduğunu ve kenti tekrardan nasıl üretebileceğini düşünüyor. Ama sonradan da böyle bir, bu katı durumun içinde en azından bir iyimserliğin bunu yapmasını sağladığını belirtiyor. Düzeni değiştirmeye yönelik bir tavır içinde bulunmak gerekiyor. Böyle bir arka planı var.

GÖKHAN KODALAK: İçinden bozmak aslında. Size çerçeveyi ne kadar katı verseler de siz onun içerisine girmeden onu bozamazsınız. Çerçeveyi dışarıdan yumruklamak yerine içeriden farklı şekillerde farklı noktalara çekmek, iletmek gerekiyor. Biz mimarlar olarak daha önce de konuştuğumuz gibi tek tanrılı sistemden çoktan çıktığımız için şu anda sadece bir aktörüz. Ekoloji ve yeşil de mimaride bir aktör ve projenizin içerisinde bir şekilde yer alması gerekiyor. Cephe ile ilişkili de sorumluluklarınızdan biri. Bunu böyle sade bir sorumluluktan çok daha yüce ve aşkın bir noktaya çekmenin çok anlamlı olduğunu düşünmüyorum. Ama bugünkü dünyada bunun çok ajite edildiği bir taraf var. Yeşilin bütün projelerde her şeyden daha önemliymiş gibi, her şeyden önce geldiği oluyor. Oysaki bir parçası bu. Ekoloji önemli evet ama herşeyden önce biz mimarız, yapı ile ilişki kuracağımız bir parça, onu etkileyen şeylerden biri. Bizim kendi sektörümüz içerisinde eklemlenmemiz gereken bunun gibi en az 15 tane böyle mikro kurguda bileşen var. Yeşilin de bunun bir parçası olduğunu düşünüyorum. Bugün çok daha fazla ön plana çıktığı için kapitalizmin önemli özelliklerindendir, ne zaman kendisi kriz içerisine girse, kendi krizini pazarlayabilen bir sistem olduğu için hiçbir zaman çökmeyen bir sistem ve bu yüzden de anlamlı. Bütün dünyada böyle bir suçlama üzerine geldiği zaman ve baş aktör kapitalizm ve vahşi tüketim toplumu gösterildiğinde, sizin yüzünüzden bütün bunlar kirlendi dediğiniz zaman, kapitalizm de kendi yamasını yani ekolojiyi pazarlamaya başlıyor. Bugün ekoloji de bu anlamda hem naif bir nostalji ve kırsallaşma isteği, aynı zamanda da kapitalizm tarafından kendi ilacı, yazılım programlarında kullanılan tabirle ekolojik “patch”i gibi sunuluyor. Şu anda tüm dünyada ekoloji pazarlanıyor, o da bir meta haline geliyor. Bunun dezavantajını görmekten çok -ki görüyoruz- bunun avantajı üzerinden, biz ne yapabiliriz üzerinden gitmek lazım. Yeşili kentsel ölçekte kullanıcı ile nasıl bir araya getirmek gerekiyor, sadece görsel imaj olarak “her taraf yeşil olsun” şeklinde değil.

Yavaş yavaş ben bu işin içerisinde tehlikeli sinyaller alıyorum. Yeşil olmasının elbette kötü bir tarafı yok, neden olmasın. Ama bu hep muhafazakar tarafa giden bir söylem, “her taraf yeşil olsun”, ondan da daha geriye dönüp “her taraf kırsal olsun” diye bir durum oluşuyor. Biz kentsel kültür üzerinden her şeyi kurmaya çalışıyoruz. Diğer taraf da anti-kentsel bir kültür, her şeyin sıklığı gitsin, bizim için önemli olan şey nicelik. Nitelik de bir şekilde önemli ama niceliğin de çok önemli olduğunu vurgulamak istiyorum. Çünkü ne kadar çok aktörü işin içine alırsanız,-birbiriyle çarpar çünkü moleküller- o kadar farklı şey ortaya çıkacak, o kadar gerilim ortaya çıkacak. Kentin de zaten kendi anlayışı bundan ibaret. Kentin ne tasarlanır bir tarafı var ne de kontrol edilebilir bir tarafı var. Kentin kendi anlamı kendi içerisinde. Siz buna neyi dayatırsanız dayatın onun özelliği aradan sızdırması, başka bir yol bulması, onu çarpması, kendine göre yontması ve bozmasıdır. Çünkü yüz binlerce aktör var ve bunların hepsini siz kontrol edemezsiniz, onlar kendilerini bile kontrol edemiyorken. Burada bozma ve bozulma kavramlarını yine olumlayarak kullanıyorum, elimizde ideal bir kurgu var ve hiç bozulmasın ki ilelebet mutlu mesut yaşayalım değil, bozarak devam ettirelim, bozularak devam etsin, ki hep yeni şeyler oluşsun, başkalaşsın.

Projelere de biz böyle bakmaya çalıştık. Hep bu aktörler interaktif olarak -Kayabaşı Projelerimizde de çok benzerleri vardı- cephe projesinden o yeşil alanın içerisine kadar, orada insan içine girdiği zaman nasıl değiştirebilir, onun içerisine girdiği zaman nasıl aktör olabilir, onun nasıl bir parçası olabilir?

aboutblank4.jpg

Mesela “bu çok daha güzel, çok daha yararlı yeşil için, çünkü minimum cephe kullandık, güneş ışığı böyle geldi ama minimum enerji kaybettik” gibi şeyler ortaya çıkıyor burada. Enerji kaybının, enerji korumanın ve üretmenin bir tarafta bir anlamı var, diğer tarafta da kent var. Sadece bunu alıp da üzerine mimarlıkta güneşten yararlanmak, yeşil içerisinde olmak ve en az enerji kaybıyla bir proje yapacağım diye başlarsanız bu bambaşka bir şey, zaten ekolojik mimarlık gibi alt başlıklar çıkmaya başlıyor kendi aralarında. Ama mimarlık içerisinde bunu da bir aktör olarak görüp, yeşili de işin içine alıp, onun verdiği şeylerle yüzleşmek, %55 kaybı olsun, % 35 kaybı olsun ya da %15 kaybı olsun ama %100 yapıp, bütün projenin kentsel ya da bambaşka şeylerinden ödün verip sadece yeşile gitmek değil de hepsinin birbiriyle çarpışması gerekiyor. Biz yeşili işin içerisine öyle alıyoruz açıkçası. Yeşilin de bahsettiğimiz kök saplardan biri olması, onun da kendi yolunu tutmasına önem veriyoruz. Biz hep bir peyzaj rehberi içerisinde vermişizdir bütün projelerimizi. Proje ne kadar kendi içerisinde sıkışık, belli başlı formlarda bile olsa, bu Yozgat’tan Beyoğlu’na kadar hep böyle oldu. Peyzaj içerisinde de farklı ne yer alabilir, nasıl gelişebilir, nasıl değişebilir, bunlar hepsinin üzerinde durduğumuz projeler yapıyoruz. O yüzden biz yeşili şu andaki anlamıyla sadece meta üzerinden, sadece ürün ve ürünün imajı olarak, içi boşalmış bir taraftaki bir hal olarak almaktan çok onun içerisindeki kentsel iletişim, mimari iletişim, aktörlerarası iletişim nasıl olabilir, onunla ilgileniyoruz. Bunun sürdürülebirlik denilen kavrama daha yakın olduğunu düşünüyorum. Kentlinin kent içerisinde ya da yapı kullanıcısının yapı içerisinde nasıl kullandığı ile ilgili. Çünkü peyzaj dediğimiz şey ve ekoloji dediğimiz şey de sadece yeşille ilgili değil, endüstriyel peyzajı da düşünmek gerekli, hatta hava kirliliğinin ve kentsel atıkların kendisinin, daha doğrusu bizi yani hümanı, insanı bu ekoloji kavramının dışına çıkarmadan, her türlü imlenen insan olumsuzluğunu da bugünkü ekolojik kurguya eklemlemek gerekli. Haliç tersanelerinin olduğu bölgenin metaller üzerine kurulu ekolojisini, en az Belgrad ormanlarının flora ve faunası kadar önemsemek lazım sanki.

OZAN ÖZDİLEK: Dikte edilen bir tarafı var. Böyle çok romantik bir şekilde şöyle bir park olsun, insanlar orda dolaşsın, sular olsun, etrafta cıvıl cıvıl koşan çocuklar olsun diye bir imaj oluşturuyoruz kafamızda ama bunun daha arka plana koyamadığımız için genelde öyle oluyor.

ERHAN VURAL: Çünkü ekoloji dediğiniz şeyin en büyük aktörlerinden birisi, mimardan öte para harcattığınız yatırımcıdır. Ekoloji sadece görsel değil, bir teknik alt yapıdır sonuçta. Mimar olarak o teknik alt yapıyı binanızda kullandırmayı başarabilirseniz yeşil bina yapmış oluyorsunuz, gerçek anlamda ekolojik kaygılar güdüyorsunuz demektir.

OZAN ÖZDİLEK: Bir de yeşil kısmından çok yeşille olan iletişim bir kültürdür aslında. Hissettiğiniz şekilde olmuyor her zaman. Çocuklar odalarına girip internete giriyor, bilgisayar üzerinden oyun oynuyor, bunun için yapabileceğiniz hiçbir şey yok. Bu kültürü ilk başta nasıl insanların kafasında yerleştirmeye, onların hayatlarının içine nasıl sokmaya çabalayacağınızı düşünmelisiniz öncelikle, bu yeşil konusunda özellikle.

GÖKHAN KODALAK: Onun yanına hep başka bir şeyi de sokmak lazım, çoklu aktör olmak lazım. Tek aktör olarak sadece yeşil var, her yerimiz yeşil dediğimiz zaman, kullanıcıya Belgrad Ormanı gibi bir alan kurduğunuz zaman o kullanıcının onla ilişkisi çok daha farklı olur. Bir kere, iki kere, üç kere başka şekillerde ama çalışmak istediği zaman tek fonksiyonu bu sefer yeşil oluyor. Ben ne yapacağım? Dışarı çıkıp, oturup, bir insanla yan yana oturduğum zaman, rahatlamak istediğimde peyzajın, o geleneksel yönüne dönmüş oluyorum, sadece deşarj olmaya yönelik rekreatif bir yön bu. Ama aslında bugünkü yeşilin anlamının içerisinde, işin de ticaretin de aktif ve şarj olmaya yönelik rekreasyonun da, hepsinin bir arada kullanılması gerekiyor. Yeşili tek katmana indirgemek ve olabildiğine çevreye yaymak pek anlamlı değil, çok katmanlı olması ve belirli bir kurguda ve yayılımda kullanılması bana çok daha anlamlı geliyor. Son Kayabaşı yarışmasının kolokyumunda artık içerisinde tilkiler gezen bu “konut ormanları”ndan bahsedilmişti. Mimarlık mesleğinden başlayıp tilkilerin habitatını kurmaya doğru nasıl uzandığımız bana oldukça ilginç geliyor. Bu problem sadece mimarlığa ait de değil tabi, ekolojinin bugün toplumun yeni afyonu olma yolunda ilerlediğini söyleyebiliriz.

mimdap

10 Yorum
  1. çok başarılı projelere imza atılmaya başlanmış ve bunu takip eden yarışma başarıları eklemlenmiş. güzel bir sinerji yakalamış grup. gıpta edilecek kadar iyi. başarılarının devamını dilerim.

    osman balcı | 1 Eylül 2009

  2. Ortak tasarım yapmak aslında çok zor bir süreçtir. Mimar kendi başına bir şeydir, normalde. Kendisidir, tektir. Ortaya koyduklarının kendisi için makul olması dışında genelde eleştiriye çok açık olduğu söylenemez. Dışarda çok başarılı bürolarda, takım arkadaşlığı ve kollektif üretim vardır şüphesiz ama orada oturmuş bir ağbey(patron) mimar vardır geminin dümeninde. Bu da bir kabuldür sonuçta, profesyonelliğin bir biçimidir. O doğrultuda diğerleri geliştirici olarak çalışır. Yani bir hiyerarşi mevcuttur.
    Bu grubumuz homejen gibi görülüyor, herkes genç fakat çok dinamik.
    Alınan başarılar şimdiden kayda değer.
    Yol açıklıkları….

    Nevzat Sicimoğlu | 2 Eylül 2009

  3. Projeler çok iyi çok beğendim, çok önemli başarılar gerçekten. Sağlam bir mimarlık bakışının alttan örüldüğünü söylemek mümkün. Grafik düzen ve soyutlama ifadelendirmeleri anlaşılır kılmaktan öteye geçmiş, adeta proje bir grafik olarak düşünülmüş izlenimi veriyor. Bu manada içindeki sahici yaşamlar, yaşam alanları şu anda eleştiriden muaf tutulsa da grubun ileriki zamanlarda kendi açılarından öne çıkaracağı nokta olacağını sanıyorum. Parlak başarılara devam.

    Leman Direk | 2 Eylül 2009

  4. Tasarlamak, düşünebilmek ve üretebilmek için sıkı bir sorgulama sürecinde kaybolmak gerekiyor. Görülüyor ki Aboutblank bu fazda bir hayli vakit geçirmiş ve geçirmekte. Genellikle öğrencilik döneminde bir nebze! rahat bırakılan tasarlama güdüsü, iş mezun olup da sektörde tutunma aşamasına geçişte ilk terk edilendir. Ancak burada bu akıntının tam tersine kürek çekmek göze alınmış ve güzel tarafı, başarılı olunmuş. İstenildiğinde ve ezberlere karşı bir çaba sarf edildiğinde genç mimarların neler yapabilecekleri görülmekte. Belki de başlı başına bu nokta çok önemli ve cesaret verici. Bu anlamda onların, gerilla ruhlarını bir süreklilik içinde korumaları; sektöre adım atan diğer mimarların ve mimarlık öğrencilerinin de tek tanrılılık yanılsamasından kurtulup, bir aktör olarak süreçlerde yer alma’’cesaretini’’göstermeleri, en önemli beklenti olmalıdır kanaatimce.
    Başarılarının devamını dilerim.

    Pınar Gözek | 4 Eylül 2009

  5. Söyleşinizi zevkle okudum.Sizi izlemek güzel oluyor.Bu yapıyı,görüşleri ve başarıları geliştirerek sürdürmenizi diliyorum.

    Ayhan Böyür | 6 Eylül 2009

  6. bir ekip çalışması ve ortaklaşa proje üretme süreci olarak grubun varlığı bence de ülkemiz açıından örnek gibi duruyor. bir çok ortak girişim vardır ama bunların bir bölümü başarıyla buluşamazlar. burada her ikisi de olmuş gibi görünüyor.

    olcay karaca | 6 Eylül 2009

  7. Sayın Meslektaşlarım,
    Bazı Projeler Uçuk!..
    Tasarılarımız halka dönük ve doğa ile içiçe olmalı.
    En derin saygılarımla
    M.Atilla Güçlü

    M. Atilla Güçlü | 7 Eylül 2009

  8. söyleşinin tümünden edindiğim pozitif, yapıcı, mimariye ait olma heves ve sevgisi bu grubun varlığı ve değerli olması için yeterli. mimarlığı soluyan insanların daha çok ürünler vereceklerine inanıyorum.

    can kuzey | 7 Eylül 2009

  9. Bu cok gurur verici ve basarili tasarimlarla umarim degerleriniz dunya capinda artar…

    gamze | 22 Ekim 2011

  10. Herbir görseldeki mimari dil (yani biçim) birbirinden farklı tasarlanmış? Projeyi çinlilerden oluşan 15 farklı takımamı çizdirdiniz yoksa şizofrenik bir karakter bölünmesi mi yasıyorsunuz?

    Anonim | 15 Kasım 2012


Yorum yazmak için


  Avustralya’nın Melbourne kentindeki Penleigh ve Essendon Gramer Okulu’ndaki (PEGS) Müzik Merkezi, McBride Charles Ryan’ın (MCR) PEGS Kampüsleri genelindeki bir dizi girişiminin bir parçasıdır. 

Copyright © 2024 All Rights Reserved | Mimdap.org