John Lovering ile Metropolis, Blade Runner, 1984 ya da V For Vendetta... - MİMDAP
Ana Sayfa Bağlantılar Biz Kimiz İletişim Mimar İş İlanları
ANA SAYFA
John Lovering ile Metropolis, Blade Runner, 1984 ya da V For Vendetta…
Share 13 Kasım 2007

Söyleşiyi yapan: Gizem AKSÜMER

Geçtiğimiz günlerde, Cardiff’ten şehrimize misafir olan ve Mimar Sinan Üniversitesi’nde “Süper zenginlerin çağında planlama” konulu iki sunum yapan John Lovering’le, sunumlarının ertesi gününde buluştuk. O kadar eğlenceli bir söyleşi oldu ki, teypteki kaset bitti, ama kendisiyle konuşacaklarımız bitmedi. Lovering, küreselleşen dünya dinamiklerinde kentsel dönüşümün kimin için ve nasıl olması gerektiğine, neoliberal mantığa, etik ve ahlâka dair ufuk açıcı açıklamalarda bulundu. Kulak kabartıyoruz:

Sunumunuzda, kentsel dönüşüm projelerinde asıl gözetilmesi gerekenin ekonomik etkenler değil, etik olduğundan bahsediyordunuz. Biz de Mimdap’ta bu konuda yayınladığımız yazılarda, etik konusunda asıl öne konması gerekenin “toplum yararı” olduğunu söyledik. Bildiğiniz gibi, İstanbul’da toplum yararının gözetilmediği pek çok örnek var. Sizce, neyin doğru, neyin yanlış olduğunu nasıl bulabiliriz? Etik olan nedir?

Kentsel dönüşümde en büyük sorun, etik konusunun hiç tartışılmaması. “Kentsel dönüşüm iyi mi, yoksa kötü mü?” sorusundan yola çıkıyoruz her zaman. Buna ekonomik açıdan bakarsan, “İyi yatırım, iyi proje anlamına gelir” dersin. Ancak gerçek soru şudur: “Bir şehri iyi bir şehir kılan nedir? Kamu yararı nerede başlar?”

Geçtiğimiz yıllarda İngiltere’de devam eden bir tartışma vardı. İnsanlar, “iyi şehir” kriterlerini tartışıyordu. Bu konuda kriter olarak neyi alabileceğimiz konusu hep tartışmalı oldu: Çevre mi? Kültür mü? Ekonomi mi? İngiltere’de dünyadan farklı şehirler analiz edilerek hangi şehirlerin “iyi” olduğu tartışıldı.

1970’ten başlayarak, devlet politikasının kentler üzerine yoğunlaşmaya başlamasıyla birlikte, “iyi şehir” kavramı üzerine politik tartışmalar sıklıkla yapıldı.

Kimilerine göre, iyi şehir kriteri, “adalet”ti. David Harvey’in “sosyal adalet” yazıları buna örnek olarak verilebilir. Ancak bu tartışma şu sıralar çok da geçerli değil. Özellikle Avrupa şehirlerinde, meseleye bu açıdan bakıldığını göremiyoruz. Amerika’da 1970 ve 80’li yıllardan başlamak üzere, Avrupa’da ise son yıllarda, kentlerin gerçek sorununun “göç” olduğu konuşuluyor. İşsizlik ve artan suç oranı, bu göçlere bağlanıyor. Soru, “İyi şehir nedir?”den çıkarak, “Ne yaparız da siyahları problem olmaktan çıkartırız?”a varıyor.

Farklı gruplardan insanlar konusu, bize Deleuse ve Guattari’nin “Bugünün ezilen kesimi göçmenlerdir” lafını hatırlatıyor. Bu artık hem yerel hem de küresel bir sorun. Bunu çözmek de zor. Böyle bir ortam içinde etiği tartışmak daha da zor. Farklı gruplar varken, neyin iyi, neyin kötü olduğuna nasıl karar vereceğiz?

Güzel soru. Modern şehir, çok değişken öğeleri içinde barındırıyor. Eski zamanları düşünün, Aristo ve Platon’un şehir üzerine yazılarını mesela… Onlar dahi iyi şehrin ne olduğunu konuşuyordu. Artık felsefî ve politik olarak bu konuşmaları yapmak fazla modernist görünüyor, o yüzden de kimse bu tartışmada taraf olmak istemiyor. Artık post-modern zamanlardayız ve egemen felsefe, bu tartışmayı hasıraltı ediyor.

Bana göre asıl sorun da bu. “Tüketici seçiminde özgür olmak zorunda.” deniyor. Bu da, neoliberal kafa yapısının bir parçası. Neden böyle dediklerini anlamak da zor değil. Bu tartışmanın hasıraltı olmasının sebebi, insanların bu soruyu fazlasıyla “Marksist” bulması ve Marksizmi de Sovyetler Birliği deneyimiyle sınırlı tutması. Dolayısıyla, düz bir mantıkla, bu sorunun tehlikeli bir soru olduğu sonucuna varıyorlar. Ancak ben, post-post-modern zamanlarda bu “iyi – kötü” konusunun tekrar tartışılmaya başlanacağını düşünüyorum. Mesela çevre konusunda bu tartışmaların iyice harlanacağı aşikâr. “Çevre için ne iyidir, ne kötüdür?” sorusunu sormaya başladık, bu da o felsefî konuya bir geri dönüştür.

Çevreyle ilgili olarak, İstanbul’daki Maltepe Üniversitesi örneğini verebiliriz. Maltepe Üniversitesi orman alanı üzerine kuruldu. Ancak sonuçta özel bir üniversite. Belediye de buna karşı bir dava açmış, ancak Yüksek Mahkeme, “kamu yararı” olduğu gerekçesiyle başvuruyu reddetti. Etiği sorgulamamız da biraz bu sebepten. Yönetenlerin, hatta yargının dahi, piyasa etkisi altında olduğu bir dönemde, etiğe sığınmak yeterli mi?

Sorunlardan bir tanesi, “kamu yararı” kelimesini bir ekonomist gibi kullanıyor olmamız. Ekonomik yarar, kamu yararı demek değildir. Bu etik değil, ekonomik bir yorum olur. Etik, “Bunu seviyorum, şunu sevmiyorum” demek değildir. Etik, ortaya açık kriterler koymayı, insanlar için yaşanabilir ve zengin (ekonomik anlamda demiyorum tabii) bir yaşam alanı sunmayı amaçlamalı.

Örneğin, İstanbul’da herkes sigara içiyor. Amerika’da ve Avrupa’da ise kamusal alanlarda sigara içilmesi yasaklanıyor. Bu etik bir yorumlamadır. Tabiî ekonomik yönü vardır, ancak temelde etiktir. Avrupa’da da karbondioksit salınımı ve geri dönüşüm konusunda çalışmalar var. Bu da etik bir konu. Dolayısıyla, etik; politikadan, çevreden ve ekonomiden ayrı olarak tartışılamaz.

Piyasaya gelince… Piyasa da etikten bağımsız değildir. Örneğin toplum ahlakî ve etik seçimler yapar, piyasa şartları da buna uyum sağlar. Mesela, çocuk satmak ya da fahişelik, çoğu toplumda yanlış olarak görülür. Ekonomi de bu yasayı kabul etmek zorundadır. Yani, neoliberalizm, sadece ekonomiyle alakalı değildir, ahlâkla da alakalıdır. Ancak piyasa şartları, ahlâkı da değiştirebilir.

Mesela, şu an Pakistan’da insanlar böbreklerini satıp para kazanıyorlar. Bu, neoliberalizmin insanların ahlâkını değiştirmesi örneğidir. Gerçek tehlike, neoliberalizmin, her şeyin satılık olabileceği görüşünü yaymasıdır. Felsefî olarak düşünürseniz, toplum bazı seçimleri yapar. Örneğin, İstanbul’da, hâlâ kamusal alanları koruyoruz. Kadir Topbaş çıkıp “Taksim’i satıyoruz. Buraya bir sürü otel açacağız” diyemiyor. Bunu diyememesinin sebebi de o “etik” kriteridir. Toplumsal muhalefet, piyasayı, böyle yaptırımlarda bulunamayacak şekilde sınırlandırabilir.

Dolayısıyla, ekonomi, diğer etkenlerden bağımsız olarak algılanamaz. Londra’ya giderken, uçaktan aşağıya baktığınızda, sadece yeşillik görürsünüz. Çünkü insanlar yeşil bir şehirde yaşamak ister ve piyasayı oraya koca binalar inşa etmemek konusunda sınırlandırır. Toplum, devamlı etik kararlar verir. Gelecekte insanların bu tartışmalara daha katılımcı olarak katılmasıyla pek çok önlem alınabilir.

Neoliberalizmde her şey satılıyor, evet, bu büyük bir tehlike. Ancak uzun vadede baktığınız vakit, akılsızca bir “satış” da söz konusu. Örneğin, Antalya sahillerindeki turizm hareketi, bölgenin doğal güzelliklerini kısa vadede tüketip bitirecek şekilde gelişiyor. Burada, sadece ekonomik açıdan düşünsek bile, yanlış kararlar alınıyor. Kısa vadeli ve küçük hesaplar yani…

Evet, mantıksız ve düşüncesizce. Herkesin etik bir görüşü var. Herkesin iyi hayat üzerine düşüncesi var. Ve herkes de çevreyi katletmenin kötü olduğunu biliyor. Mantıklı olan şudur: Önce etik olarak bakarsınız, sonra ekonomik kısmına bakarsınız.

Etik, yaşam kalitesiyle de alakalıdır. Şimdi İstiklal’de yürürken dilenciler yanınıza yaklaşır. Ancak siz, etrafınıza tüketici gözüyle bakarsınız ve onları görmezsiniz bile. Hızlı kentleşme, etrafta olan bitene karşı duyarlılığı da köreltir.

Haklısınız, planlar çok kısa vadeli yapılıyor. Türkiye’nin güneyinde orman alanlarının katledilmesi, yerlerine golf sahalarının açılması, su kaynaklarının tüketilmesi gibi gelişmeler, etik olarak da, ekonomik olarak da bakarsanız, mantıklı değildir.

Çevre konusunda dünyada süregelen bir “sürdürülebilirlik” konusu var. “Yeşil gökdelen” projeleri gibi gelişmeler söz konusu. Ama bir yandan da sürdürülebilirlik, kamu yararını öngörmüyor, daha ziyade, 50 sene sonra da aynı çılgınlıkla üretip tüketebilme amacı taşıyor. Sizin sunumunuzda da görüyorduk: Devasa gökdelenler, altları yeşil, ancak o kadar devasa ki, insanlar oraya ulaşamıyor…

Evet, güzel soru, bu yeni binaları pek de bilmiyorum. Ancak cevabım gene de “Hayır!” olacak. Çünkü ne olursa olsun, büyük binalar korkunç derecede enerji tüketiyorlar.

Mimdap’ta Antilla Kulesi’ni proje olarak yayınladık. 27 katlı, “yeşil” bir gökdelen, ancak sahibi petrol ve gaz üreticisi…

(Gülüyor) 20 yıl önce, sol görüşten insanlar, kentlerin gelecekleri konusunda tartışıyorlardı. Bazıları, Le Corbusier’nin haklı olduğunu ve insanların dev kulelerde yaşayacağını söylüyordu. Diğerleri ise insanların az katlı, yeşil alanlarda yaşaması gerektiğini savunuyordu. Bu tür gökdelenleri hayal etmişler midir, bilemiyorum.

Bu konuyla ilgili olarak, İstanbul’u nasıl görüyorsunuz?

İstanbul’un asıl sorunu, Türkiye’nin kırsal ekonomisinin çökmüş olması. Türkiye’de hâlen halkın %30’u tarımsal ekonomiden geçiniyor. Ancak AB’ye üyelik sürecinde bu oran giderek azalacak. Böylece büyük şehirleriniz daha fazla göç alarak, daha da fazla büyümeye devam edecek. Aynı durum İtalya’nın güneyinde de geçerli: Milano da, bu bölgeden fazlaca göç alıyor.

Dolayısıyla, büyük şehirlerin kaderi, kırsal kesimlerin ekonomik durumuna fazlasıyla bağlı. Bir yandan insanlar şehre göç ederlerken, diğer yandan, paralı insanlar, onlardan uzak durmaya çalışıyor. Böylece kapalı siteler ortaya çıkıyor. Japonya’ya bakın: Koca binalar inşa ediyorlar, içine büyük bahçeler dahi koyuyorlar, böylece fakir insanlarla yan yana gelmemeyi “başarıyorlar”. Bu gelişim, Metropolis ve Blade Runner gibi bilimkurgu filmlerini hatırlatıyor, insanlığı da felakete doğru sürüklüyor.

UNESCO’ya göre önümüzdeki yıllarda kent nüfusu, tarihte ilk defa kırsal nüfusun önüne geçecek. Gerçekten de Metropolis ya da Blade Runner’daki duruma doğru gidiyor muyuz, yoksa “sürdürülebilir gelişme” çabaları bu gidişi kırabilir mi?

Avrupa’da şu sıralar “şehirlerarası ağ” görüşü çok yaygın. Londra’dan Berlin’e, ya da Milano’ya, 2 saatte gidebiliyorsunuz. Ancak bu durum sadece zengin Avrupa ülkeleri için geçerli, diğer ülkelerde böyle bir şey yok.

İşte bu yüzden de Blade Runner gibi bir gelecek olacaksa eğer, İstanbul gibi şehirlerde olacaktır. Zenginler ayrı dünyalarını yaratacaklar ki, onları çevreleyen fakirlerden kurtulabilsinler. Giderek fakirleşen toplumdan ayrı durmak isteyecekler.

Dünyada 6 milyar insan var. Bunun 3 milyarı çok fakir ve durumları hiç gelişmiyor, hatta son 20 yıla baktığımızda, daha kötüye gittiğini söyleyebiliriz. Çocuk ölüm oranı hâlâ çok yüksek. Türkiye, Afrika ülkeleri, kimi Asya ülkeleri, eski Sovyet ülkeleri gibi yerlerde, bu yüzden kale-şehirler inşa ediliyor.

Kentsel dönüşüm projeleriyle de, şehir merkezlerine alışveriş merkezleri, güzel ve büyük kamusal alanlar, pahalı restoranlar vs açılıyor. Bunların etrafında da, tıpkı Latin Amerika ülkelerinde gördüğümüz gibi, dışlanmış kesimler yaşıyor.

Bir yandan da değişik değerler pompalanıyor insanlara. Alışılmışın ve geleneğin dışında değerler…

Haklısınız. Bu konudaki araştırmaları fazlasıyla önemsiyorum. Örneğin, klasik bir İslam şehrini düşünün. Şehrin ortasında, nirengi noktası olarak, devasa bir cami bulunur. O yapı, şehrin simgesidir. Bugünkü şehirlere baktığımızda ise, şehrin ortasında devasa alışveriş merkezlerinin olduğunu görüyoruz. İnsanlara devamlı o “tüketim” güdüsü pompalanıyor.

Toscana ve Venedik’e bakın. Şehrin merkezinde büyük bir kamusal alan vardır. Orada, topluma ait bir fert olmanın, hayata katılmanın zevkini yaşarsınız. Ancak bugün şehirlerde sadece paranız varsa o zevki yaşayabilirsiniz. İstanbul’da Kanyon’a ya da Metrocity’ye sadece paranız varsa girebilirsiniz. Fakirseniz, kapital sahibi değilseniz, hayattan izole yaşarsınız.

Bana göre plancılar uzun vadede sosyal psikoloji konusunda önemli bir rol üstleniyor. Cardiff’teki dönüşüme bakarsanız, şehrin ortasında büyük bir alışveriş merkezi inşa edileceğini görürsünüz. Benim için sorun yok, çünkü kredi kartım var, param var. Ancak fakir insanlar ya da parasız gençler, kent mekânından tecrit ediliyor. İşte böylece, plancılar insanların gelecekteki yaşamları üzerinde rol oynamış oluyor.

İstanbul’un özel yanı ise, kentin daha karmaşık bir yapı arz etmesi. İstiklal’de yürüdüğünüzde, değişik yaşta, değişik sınıflardan, bir sürü insan görürsünüz. Şayet İstanbul’da daha neoliberal bir gelişim olsaydı, o zaman İstiklal Caddesi tamamen soylulaşmış bir bölge olur, fakirler burada barınamazdı. Başka bir kent nüfusundan bahsediyor olurduk.

New York’a baktığınızda, güzel, temiz ve güvenli bir yer olarak görürsünüz. Ancak bunun asıl sebebi buradaki fakir insanların şehirden uzaklaştırılmış olmasıdır. New York’ta fakir bir insan barınamaz. Londra’da da aynı durum görülüyor. Paris, oldum olası böyle olmuştur, fakirler hep varoşlarda yaşamıştır. Paris’in göbeğinde burjuva yaşamı süregelir, Cezayirlilerse sadece garsonluk yapabilir. Bu, maalesef plancıların ürettiği bir şehir tipi.

Tüketim alanları yaratılıyor, fakirler uzaklaştırılıyor, ancak fakirlik yok olmuyor. Sadece birkaç kilometre uzağa sürülüyorlar. Suçu şehirlerin birkaç kilometre ötesine iterek yok etmiyorsunuz.

Planlama insanları görünmez hale getiriyor ama bu nereye kadar devam edebilir? Bu, nereden çatlayacak? Hep böyle mi devam edecek planlama süreçleri?

Maalesef bu durum daha uzun süre böyle devam edecek. Şehirlerin birincil sorunu olarak, şu sıralar, “güvenlik” gösteriliyor. İnsanlar örgütlenmedikçe de bu durum değişmeyecek.

Sosyal olarak bu böyle devam edecek ve sonuçta kamusal alanın daha da militerleşmesi ve “güvenlilikleşmesiyle” son bulacak. Londra Olimpiyat Oyunları’ndaki güvenlik önlemlerine bakın. ID kartları, güvenlik elemanları… Her biri için inanılmaz paralar harcanıyor. Bu da George Orwell’ın 1984’ünde ya da Blade Runner’da gördüğümüz duruma tekabül ediyor. İnsanlarsa bu şehirlere göç etmeye devam ediyor.

İstanbul’da pek çok Avrupa şehrinden daha fazla zengin var. Kapalı sitelerde yaşıyorlar, özel güvenlik önlemleriyle donatılmışlar. O kadar ki, zenginler zenginlerle, fakirler de fakirlerle evleniyor, kentlerin gelişimi de bu sınıfsal farklılığı körüklüyor. Plancılar ve mimarlar da bu oyunun bir parçası oluyor.

Sizin yaşadığınız ve akademisyenlik yaptığınız Cardiff şehrinde de durum böyle mi? Oradaki dönüşüm nasıl yaşandı?

Cardiff enteresan bir örnektir. Önceleri, ağırlıklı olarak işçi sınıfına mensup insanların yaşadığı bir şehirdi. Pek çok işçi, limandaki kömür endüstrisi için çalışıyordu. Tersane işçiliği de mevcuttu. Ancak bu sanayi sona erince, deniz kıyıları boş kaldı. Thatcher hükümeti “Development Corporation” adında bir birim kurdu. Bu, Amerika’daki Baltimore örnek alınarak yapılmış bir projeydi ve yeni iş alanları yaratmak konusunda başarılı oldu. Ancak şunu da unutmamak gerekir ki, Cardiff dönüşümü için 500 milyon pound gibi büyük bir para harcandı.

Onun dışında, mesela Cardiff’te deniz kıyısına büyük bir otel yapıldı. Oteli inşa edecek olan şirket, otel arazisini satın almak için belediyeye sadece sembolik olarak 1 penny ödedi. İşte neoliberalizm böyle bir şeydir: Kent toprağı hangi fiyata olursa olsun satılabilir, önemli olan sahilde devasa bir otelin bulunmasıdır. Cardiff plancıları için önemli olan da şehrin büyük bir otele sahip olmasıydı. Çünkü bir kere otel oldu mu, diğer endüstri alanları da gelişebilecekti.

Bana göre Cardiff dönüşümü için 500 milyon pound gibi paraların ödenmesine gerek yoktu. Büyük paralar harcandı, ancak tüm bu yatırımlar orta ve üst sınıflar içindi. Şehrin işsizleri, fakirleri, gençleri bu dönüşümden yararlanamadı. Yaratılan iş alanlarına bu insanlar yerleşemedi, çünkü ya yeterli formasyonları yoktu, ya aksanları düzgün değildi, ya da derilerinin rengi beyaz değildi. Cardiff, dönüşümün dışarıdan çok güzel göründüğü, ancak içine girdikçe işlerin karıştığı dönüşüm örneklerinden bir tanesidir.

Anlayacağınız, Cardiff’te de durum diğer Avrupa şehirlerinden pek farklı değil. Eskiden şehir merkezinde yaşayanlar, bugün şehir merkezindeki yaşamı karşılayamıyorlar. Şehre parayı yatırıyorsunuz, ancak gelişimden o şehrin sakinleri değil, kapitalist girişimciler, tüccarlar, uzman meslek adamları vs kazanıyor.


Cardiff

Gerçekte problemin planlama aşamasında kararları kimin aldığı olduğunu söyleyebilir miyiz? Karar aşamalarında halkın kati surette bulunmadığını, katılımcılığın sağlanamadığını düşünüyor musunuz?

Kesinlikle. Örnek olarak Londra’yı alalım. Thames Nehri’nin hemen kıyısında Canary Wharf bulunur, mimarî olarak da Manhattan’a benzer. Amaç, Amerikalı yatırımcıyı çekmektir ve bu konuda başarılı da olmuştur. Ancak çevresine baktığınızda, buranın Londra’nın en fakir insanlarının yaşadığı kısmı olduğunu görürsünüz. Londra’nın tüm o ihtişamı, güzelliği, zenginliği orada yoktur. Ortalama gelir çok düşüktür.


Canary Wharf

Bunun bir diğer örneği de İstanbul’daki Göktürk gibi yerler. Şehirden uzakta, genelde köylü nüfusun yaşadığı bölgelerde, şehirden kaçan zenginler toprak satın alıyor, burada kurdukları kapalı siteleri duvarla çevreliyor ve hiçbir şekilde içeri girilmiyor. Hemen o duvarın yanında ise köylüler yaşamaya devam ediyor. İngiltere’de durum nasıl?

Londra’da fiziken duvar örmüyor olsak da, bir tür görünmez duvar ördüğümüzü söyleyebiliriz.

Planlama, uluslararası yatırımı kente çekmek konusunda yoğunlaştıkça, bu tür durumları yaşamaya da devam edeceğiz. Ancak kentlerde asıl yapılması gereken, kent sakinlerinin ihtiyacı olan iş sektörlerini kente kazandırmak. Yüksek eğitim alamayan insanların da iş bulabileceği bir planlamadan bahsediyorum. Bu daha adil, sürdürülebilir ve etik bir kent yaratmak için gereklidir. Sadece küreselleşme gözlüğüyle baktıran uluslararası düşünce sistemi, bu tür bir gelişmeyi engellemektedir.

Bu güzel röportajı bitirmek için, bu gidişata karşı toplumsal bir muhalefet sistemi geliştirmek için ne yapılabileceğini soracağız. Orwell’ın 1984’ünde ya da Blade Runner’da bize çıkış yolu olmadığı söyleniyordu aslında. Size göre, çözüm V For Vendetta’da olabilir mi?

(Bir kahkaha attıktan sonra) Eh, bu soruyu tam adamına sordun!

Burada tüm iş plancıya kalmıyor bize göre. Aynı zamanda sivil toplumun da kendi meşru örgütlenme biçimlerini yaratarak etkin bir muhalefet yapması gerekiyor. Fakir insanların maddî gücü yoktur, sadece birlikte durabilme yeteneği bir çıkış yaratabilir. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz?

Recep Tayyip Erdoğan bir zamanlar futbolcuydu, ancak şimdi başbakan. Demek ki, her ne kadar din ağırlıklı da olsa, bir tür toplumsal örgütlenmenin içinden çıktığını söyleyebiliriz. Şu anda Türkiye’de iktidarda bu görüş var. Ancak doğrusu arkalarında entelektüel bir ses yok. Örneğin ben Türkiye’de hiçbir politikacının sürdürülebilir gelişmeden, sağlıklı kentlerden bahsettiğini duymadım.

Çağımızda, plancılara maalesef teknisyen muamelesi yapılıyor. Oysa gerçekte plancının çok daha politik ve ahlakî bir rolü var. Kentin kaderi onların elinde. Bu durumdan “çıkış” sorusunu da buradan başlatmak doğru olur kanaatindeyim.

Söyleşi ve fotoğraflar: Mimdap

2 Yorum
  1. Bu güzel söyleşi için emeği geçen herkese sonsuz teşekkürler… John Lovering gerçekten de bu konuda altyapısı sağlam bir kimlik olarak sorularaz doyurucu ve ufuk açıcı yanıtlar vermiş. Elbette soruların da ne kadar anlamlı olduğunu söylemem gerekiyor.

    Necmi Akyazan | 16 Kasım 2007

  2. Değişim ve dönüşüm bir alanı dinamiği oluştuğunda gerçekten farklı bir biçime sokmaktadır. Durağanlık zaten kimsenin istemi dahilinde olan bir şey değil. Sermaye ya da toplum hareketleri hem kentleri hem de yaşamı değiştirmektedir. Ve bu sürecektir. Ve de bunun böyle olması bir kabule de bağlı değildir. Değişimin sorumlulukları ve onun sonucunda imkanlar açısından yeni konum alan kesimlerle eski sistem arasında bir çelişki vardır asıl olarak. Bir de değişimden ortaya çıkacak olan toplumsal gelirin bölüşümü ana meseledir. John Lovering bu soruna parmak basıyor, es geçmiyor açıklamalarında. Önemli olan da bu.

    Kazım Oduncuoğlu | 20 Kasım 2007


Yorum yazmak için


  Avustralya’nın Melbourne kentindeki Penleigh ve Essendon Gramer Okulu’ndaki (PEGS) Müzik Merkezi, McBride Charles Ryan’ın (MCR) PEGS Kampüsleri genelindeki bir dizi girişiminin bir parçasıdır. 

Copyright © 2024 All Rights Reserved | Mimdap.org