Murat Cemal Yalçıntan ve Erbatur Çavuşoğlu ile "Küreselleşmenin İstanbul’daki yansıması" - MİMDAP
Ana Sayfa Bağlantılar Biz Kimiz İletişim Mimar İş İlanları
ANA SAYFA
Murat Cemal Yalçıntan ve Erbatur Çavuşoğlu ile “Küreselleşmenin İstanbul’daki yansıması”
Share 23 Eylül 2007

Söyleşiyi yapan: Gizem AKSÜMER

TMMOB’nin düzenlediği İstanbul Kent Sempozyumu’nda Dr. Murat Cemal Yalçıntan ve Dr. Erbatur Çavuşoğlu Küreselleşme ve Küresel akışlar üzerine bir sunuş yaptılar. Küreselleşmeye dair çeşitli bakışları irdeledikleri sunumlarında İstanbul’un bu küreselleşme süreci ve akışlar içerisindeki yerine dikkat çektiler. Sunumlarının ardından, biz de kendilerine, küreselleşme ve İstanbul’un bu küresel akışlardaki rolü üzerine birkaç soru yönelttik.

Mimdap: Küresel akışlardan bahsederken, İstanbul’da tek yönlü akışlar olduğundan bahsettiniz. Bu tek yönlü akışlar İstanbul’da nasıl bir küreselleşmenin yaşanmasına sebebiyet veriyor? Böyle bir küreselleşme, “İstanbullular”, İstanbul’daki kamu otoritesi, burada yatırım yapmak isteyen yatırımcılar…vs. açısından nasıl değerlendirilebilir?

MURAT C. YALÇINTAN: Küresel akışlarla ilgili iki tespit ile başlamak isterim ki bunlar sorunun yanıtında da genel olarak küreselleşme süreçlerini anlamada da esastır.

Birincisi, küresel akışlar çok çeşitlidir. Altı – yedi genel kategoriye indirgenebilir belki ama bu kategorilerin altında çok farklı tipler yer alır. Küreselleşme bütün bu tiplerin akışları üzerinden açıklanır hale gelebildiği zaman kapitalist prangalarından da kurtulma ümidi olacaktır. Genel kategorilerden biri sayılan insan akışlarını ele alalım: Literatürde çoğu zaman kalifiye personel, turist ve işadamı üzerinden ele alınan bu akış aslında içinde öğrenciler, akademisyenler, sanatçılar, göçmenler, mülteciler, misafir ve kaçak işçiler gibi çok sayıda farklı bileşeni içerir. Bu bileşenlerin her biri de kendi içinde farklılıklar taşır. Dahası bu akışların geldiği veya gittiği destinasyonlar, geldikleri yerde geçirdikleri süre önemlidir. Örneğin her turisti aynı kategoriye koyabilir misiniz? Paralı-parasız, Rus-Avrupalı, kültür turisti-yaz turisti vb. çok sayıda çeşide sahiptir ve her birinin etkisi, ona yönelik hazırlık da farklı olacaktır. Bir dönem İstanbul’a Arap turistlerin çok büyük bir talebi olmuştu örneğin, ama onların üzerinden para kazananlar dışında –ki onlar da çokça şikayetle birlikte- bu durumdan çeşitli sebeplerle büyük bir çoğunluk memnun olmamıştı. Ya da sermaye akışlarını düşünelim: Bir Fransız şirket ile Amerikalı ya da Japon şirketin davranış biçimleri/alışkanlıkları doğaları gereği birbirine tıpatıp benzeyemez. Her ne kadar ulusları kalmadığı söyleniyor olsa da –ki çeşitli çalışmalar küresel şirketlerin köklerine ve devletlerine çokça bağımlı olduğunu ortaya koyuyor- bir şirketin köklerini oluşturan organizasyon gelenekleri önemlidir ve kolay kolay değişmez. Amerikalı bir şirket ile Fransız bir şirketin grev karşısındaki tavrının birbirinden farklı olması beklenir çünkü içinde kurgulandıkları mevzuat farklı esnekliklere izin vermiştir. Bu anlamda Fransız bir şirket Türkiye’deki işletmelere örnek bile oluşturabilir. Bunu söylerken yabancı şirketlerin kendi ülkelerinde bulamadıkları esnekliklerden faydalanmak üzere özellikle gelişmekte olan büyük pazarlara geliyor olmalarını atlamıyorum; buna rağmen böyle bir etkisi olabileceğinden bahsediyorum. Bu argümanı yanlış yorumlamaya hazır kesimler olduğunu biliyorum. Dolayısıyla kısa bir açıklama yapayım: Ne evcil sermaye taraftarıyım ne de bir Fransız şirketin Amerikalıdan daha iyi olacağı şeklindeki bir genellemem var. Yapmaya çalıştığım küresel akışların çeşitliliğini göstermeye çalışmaktan ibaret… Bunlara ilaveten zaman-mekan konusu da tartışmaya dahil edilmeli. Yani, belirli bir akışın her yerde ve her zaman aynı etkide bulunması söz konusu değil. Aktığı yerin gelişmişliği, alışkanlıkları, gelenekleri, tarihi, kültürü ve tüm bunların içerisinde yaşayan insanların davranışları aynı akışın farklı yerlerde farklı sonuçlar doğurabileceğine işaret ediyor. Çok uzatmadan birinci tespit şu: Akışlar çok çeşitli olduklarından etkileri de çok çeşitli. Dolayısıyla akışlar karşısında topyekun bir pozisyon almak çok akılcı değil. Böyle bir pozisyon almamız durumunda çok olumlu sonuçlar doğurabilecek ve doğurmakta olan bazı akışlardan da fedakarlık etmemiz gerekir ki bunun neden gerektiğini algılamakta güçlük çekiyorum. Örneğin, Türkiye’nin son dönemde demokratikleşme yönünde attığı adımlar, henüz yetersiz olsalar da, küresel akışların belli kombinasyonlarından ve onların yarattığı olanaklardan bağımsız değildir.

25 senedir ‘hadi küreselleşelim!’ söyleminden öte bir şey yok.”

İkinci tespit, birincisine bağlı olarak, küresel akışlara ilişkin karar almakla ilgili. 25 senedir “hadi küreselleşelim” söyleminden öte bir şey yok. Pardon, bir de “sakın küreselleşmeyelim” var! Bunları söylemek abesle iştigal etmektir çünkü dünya küreselleşirken –buna Küba ve Kuzey Kore’de dahildir- sizin küreselleşmemeniz gibi bir durum aslında zaten söz konusu değildir. Bunu yapmak için yurt dışı trafiğini ve bütün uluslararası ilişkileri kesmeniz yetmez. Örneğin interneti ortadan kaldırmalısınız. Hayatlarınızdan e-postayı çıkarmalısınız. Çünkü küreselleşme sadece sermayenin hareketi değildir. Olumlu ve olumsuz sonuçları tartışılır ama insan geldiği aşama itibariyle devletlerin/yerelliklerin dışına taşma ihtiyacı duymuş, gelişen teknolojilerle bu olanağı da bulmuştur. Bunu yalnızca kapitalizm üzerinden okumak bizi muhafazakarlığa sürükler ki, bunun yansımaları Türkiye solunun bir bölümünün sağ ile yan yana düşmesi üzerinden okunabilir. Unutulmaması gereken, Nike vb firmaların büyümesi gibi, Meksika’daki Zapatista hareketinin, Latin Amerika’daki sol rüzgarın, alternatif küreselleşme hareketinin ve hatta beğenilsin beğenilmesin Avrupa’daki üçüncü yol arayışlarının da küreselleşme olanakları ve dışa açılma ihtiyacı üzerinden oluştuğudur. Bu mantık çerçevesinde küreselleşmeyelim demek akılcı ve insani değildir. Siyaseten sorulması gereken nasıl küreselleşileceğidir. Bu sorunun yanıtı çeşitliliğini yukarıda açıklamaya çalıştığım küresel akışlarda gizli. Her yerelin kendi özel küresel akış kombinasyonu oluşmalı ve o yerelde bunlar üzerinden bir küreselleşme modeli desteklenmelidir. Bu modeller, ulusal ve tercihen sosyal bir politika demeti şemsiyesi altında rekabetten çok işbirliğini öne çıkaran bir yapıda kurgulanabilir. Yerelleri ezmektense geliştirmeyi hedefleyen bu modeller, gayet sosyal ve “insani” bir küreselleşme kurgusu oluşturabilir. Örneğin sürekli genç nüfus kaybeden bir yerleşmeyi ayağa kaldırmak için hemen herkesin beğenmediği göçmen işçiler çok önemli rol oynayabilirler. Ya da adı sanı pek duyulmayan Türki cumhuriyetlerden gelen öğrencilerin orta büyüklükteki bir Anadolu kentine yapacağı olumlu etkileri düşünün. Tabi burada sakınılması gereken birkaç noktayı vurgulamak gerekir: seçici olurken özellikle insan ve düşünce akışlarında ayrımcı olmamak ve yakın yereller arası rekabeti körüklememek gerekir. Sermayenin türü, ömrü vb üzerinden çeşitli ayrımcılıklar yapabiliriz ama insan ve düşünce üzerinden yapılması ciddi insan hakları ihlalleri oluşturur ve hastalıklı bir toplumsal yapıya zemin hazırlar. Ulusal politikalar demeti bu ayrımcılıkları ortadan kaldıracak işlevi görebilir. Her yerel kendi akış kombinasyonunu belirlediğinde, bu kombinasyonlara uygun karar geliştirmek ve bu kararların takipçisi olacak sivil tabanlı örgütlenmeleri oluşturmak gerekir. İyi kararlar üretilmesi ve bu kararların sıkı bir şekilde takip edilmesi halinde yer seçimi, işgücünün sömürülmesi, yoksulluk ve eşitsizliklerin artması, segregasyon, yıkıcı bir rekabet ortamının oluşması, kirleticilik gibi küreselleşmeye atfedilen çok sayıda sıkıntının ortadan kalkacağını düşünüyorum. Tabi bu örgütlenme modeli ayrı ve çok geniş bir konudur ve bugünkü devlet yapılanmalarıyla hiçbir ilişkisi yoktur.

“Söz konusu akış kombinasyonunun çoğunlukla sermaye, işadamı, bilim adamı, sanatçı, turist, ithal mallar, imaj vb üzerinden kurulduğunu biliyoruz.”

Bu saptamalardan sonra gelelim sorunuza… Makalemizde de çeşitliliğini göstermeye çalıştığımız küresel akışların tamamen tek taraflı olduğunu söylemek çelişkili olur. Ama yoğunluğun bizim coğrafyamıza doğru olduğunu, bu yoğunluğu oluşturan kombinasyonun sınırlı olduğunu ve küreselleşmeye yönelik siyasal kararların da bilinçli olarak kapitalist birikim sürecini destekleyen bu sınırlı akış kombinasyonunu hedeflediğini iddia ediyoruz. Söz konusu akış kombinasyonunun çoğunlukla sermaye, işadamı, bilim adamı, sanatçı, turist, ithal mallar, imaj vb üzerinden kurulduğunu biliyoruz. Bu reçete, kapitalizmin ve özelinde neoliberalizmin reçetesidir. Bu reçetenin doğal sonucu olarak da küreselleşmenin bizim coğrafyadaki ve özellikle İstanbul’daki yansıması derinleşen ve giderek daha çok eşitsizleşen bir kapitalist ilişkiler örüntüsüdür. Literatürde bu yöndeki tespitler çok haklıdır. Küreselleşme şu haliyle kapitalizmin gelişmiş bir versiyonundan başka bir şey değildir. Özellikle sermaye hareketleri açısından dışsallıkları minimize etmenin bir aracı durumundadır.

Diğer yandan bu akış kombinasyonunun sınırlılığı, dokunduğu insanların da sınırlı olmasına neden olur. Belki İstanbul genelinde özellikle dönüşüm projeleri ile büyük projeler neredeyse etkilemedik alan ve insan bırakmadılar, ama küresel akışlarla birebir ilişki kurmak anlamında çok sınırlı bir nüfustan bahsedebiliriz. Bunun da karar üreticilerin üzerinde sessiz anlaşmaya vardığı bilinçli bir tercih olduğu iddia edilebilir çünkü ancak sürece dokunanlar yönlendirici bir rol alabilirler. Yönelinilen neoliberalizm ise, sürece dokunmasına izin verilecek kesimlerin neoliberalizmden kazanan kesimler olması son derece normaldir. Kapitalist süreçlerin dayattığı bu tür bir küreselleşme aslında bu ilişkilerden beslenen yerel siyasete de çaresizlik ve alternatifsizlik mazereti oluşturur. “Tren kaçıyor söylemi”, siyaseti, yeterince sorgulanmadan hazırlanan kopya reçetelere mahkum kılar. Tabi, bu sürecin daha olumsuz tarafı sürece dokunamayan vatandaşların bu reçeteler üzerinden kandırılıyor oluşudur.

“Asıl mesele yerelin kendi belirleyeceği akış kombinasyonuna uygun bir işgücü profilinin oluşmasındadır.”

Oysa yerelin içinde bulunduğu durumu düşünerek yaşayan nüfusla birlikte tanımlanacak bir akış kombinasyonu, bu kombinasyonu destekleyen politikalar ve takipçisi bir örgütlenme modeli kapitalist küreselleşme süreçlerini ve oluşturdukları bu manzarayı değiştirebilir. Burada kritik konulardan birisi söz konusu akış kombinasyonunun karşılıklı olabilmesidir. Karşılıklılık sadece AB’ye girip serbest hareket hakkı elde etmekle sınırlı değildir; daha çok bilgi ve teknoloji üretmemizi, daha yaratıcı olmamızı gerektirir. Akış kombinasyonun değişmesi ve çeşitlenmesi küreselleşmeye değen nüfus profilini de çeşitlendirip sayıca arttırabilir ama tek başına yeterli olmaz. Hem toplumun küresel akışlarla ilişki kurmak anlamında daha bilinçli ve aktif olması hem de merkezi ve yerel yönetimlerin bunu kolaylaştırıcı olanakları sunması gerekir. Bence en önemli küreselleşme projesi budur. Çünkü akışlarda karşılıklılığı sağlayamadığımız sürece edilgen konumda kalmamız kaçınılmazdır. Dolayısıyla kapitalist küreselleşme süreçlerine alternatif oluşturmak da mümkün olmaz. Sanırım bu kapsamda ilk akla gelen iletişim ve ulaşım teknolojileri ve bunların kullanım kolaylığı / ucuzluğu olacaktır ama daha önemlisi ve temel olanı çok geri seviyelerde olduğumuz dil eğitimidir.

Küreselleşmenin tarifini çeşitlilik üzerinden yaptığınızda sorunun son bölümüne de net yanıtlar vermek güçleşiyor. Kavram çokça muğlâk ve karmaşık. Dolayısıyla İstanbullu üzerindeki etkilerini genellemek olası değil. Şu ana kadar yoksul ve emekçi kitlelere olumlu etkilerinden bahsetmek güç. Gelir artıyor görünse de göreli bir yoksulluğun ondan daha hızlı arttığı rahatlıkla söylenebilir. Orta sınıflar durumun henüz çok farkında olmasalar da, aynı şey onlar için de geçerli. Özellikle kalifiye işgücünün İstanbul’a akmasıyla bu etkilerin daha görünür hale geleceği ve orta sınıfların da canını yakacağı söylenebilir. Ama çözüm kalifiye işgücünün akışını engellemek değildir. Ona ihtiyaç duyurmayacak bir eğitim de tek başına yeterli değildir. (Yurt dışından gelen uzmana göre eksiği olmayan bir işgücü kendi işini sağlama alır –ki yatırımcı çoğu zaman yerel işgücünü tercih eder-, aynı zamanda tersine bir akış sağlama şansı da olur. Yurt dışından gelen işgücü de iş tehdidi oluşturmadığı sürece bilgi ve çalışma kültürü alışverişi için olumlu bir gelişme olarak düşünülmelidir.) Ama asıl mesele yerelin kendi belirleyeceği akış kombinasyonuna uygun bir işgücü profilinin oluşmasındadır. Yani, yerel ekonomik kalkınma modelini kendi belirlemiş bir yerelliğin işletmeci, bankacı, sigortacıdan çok ziraatçı, sulama uzmanı, gıda mühendisi vb ihtiyaçları olabilir. Ama spontane bir sürece kendini bırakan yerelliklerin küçük ve kötü kopyalar durumuna düşmeleri kaçınılmazdır. Dahası birer kopya olarak ihtiyaç duyacakları işgücü profili de günün popüler meslek alanları olacaktır. Süreç bazı meslek alanlarını parlatmış, bazılarını köreltmiştir. Oysa hepsi hala önemli işlevler üstlenmektedirler. Diğer yandan, gençlerin ve yaşlıların, kadınların ve erkeklerin yaşadığı farklı etkilerden bahsetmek mümkün. Belli grupların küreselleşmeden etkilenme hallerinin zaman içerisinde değişimi de söz konusu. Sanırım buna en iyi örnek Laleli esnafıdır. Laleliyi parlatan da yok olma noktasına taşıyan da kapitalist küreselleşme süreçleridir. Şu ana kadar küreselleşmenin içinde olduğumuz bu kapitalist versiyondan sürekli olarak yalnızca büyük sermayedarlar, yuppie diye tanımlanan yeni zengin bir kısım profesyonel ve ayrıcalıklı diyebileceğimiz belli başlı entelektüel kesimler yararlanabildiler diye bir genelleme yapsak sanırım çokça itiraz edilmez. Bu versiyon sürdükçe bu profilin radikal bir değişime uğrayacağını da düşünmüyorum. Ama süreci tersine çevirmek küreselleşmemek ile de mümkün değil, bizim üretmemiz gereken alternatif küreselleşme versiyonları içinde bir yerlerdedir çözüm.

Diğer yandan küreselleşmenin kamu idareleri ve özellikle belediyeler açısından İstanbul’da paylaştırılan rantın büyümesinin ötesinde çokça bir anlamı olduğunu düşünmüyorum. Yani, İstanbul’u yönetenlerin küresel düşleri oportünizmin ötesine geçmiyor ve geçmesi için kararlı ve detaylı düşünülmüş bir niyet de görmüyorum. Rantın paylaşımı da öyle bir kesimin söylediği gibi küresel aktörler tarafından filan yapılmıyor. Bu rantı paylaşmanın kurallarını yerel siyasetin eski ve yerel aktörleri belirliyorlar. Küresel bir aktör bu paylaşıma dahil olduğunda konulmuş kurallar üzerinden oynamak durumunda. Çoğu zaman olayların küresel aktörlerin lehine gelişiyor gibi durması, aslında o lehtarlıkta kural koyan yerel aktörlerin ortaklığı ile doğrudan ilişkili. Örneğin, bir sanayi alanının dönüşümünde küresel bir inşaat firması devreye girsin, gerçi çoğu zaman da girmiyor, bu firma çoğunlukla uluslararası etkinliği olan bir Türkiye firması oluyor. Her ne kökenli ise bu firma, yapacağı konutların %30’unun sosyal konut, alanın en az %20’sinin yeşil alan, alan içerisinde bir kültür merkezi vb olması gerektiğini söyleyen bir yerel siyaset yapısı ile karşılaşmıyor. Karşılaşmamasının sebebi kapalı kapılar arkasında yapılan pazarlıklarda diğer küreselci ama yerel aktörlere dağıtılan nemalar. Hatta buna benzer talepler gelse bile, bu taleplerin üstesinden yerel aracı kurumlar geliyor. Bildiğim bazı örneklerde, küresel sermaye grubu olarak adlandırılabilecek bazı dış kökenli şirketler kurallara ve yasalara tam bağlılık talep ederken, işlemleri yürüten yerel aracılar bunun gerekli olmadığı konusunda söz konusu gruplara baskı yapabiliyor. Bu çok çirkin durum aslında bir umut olarak görülmeli. Yani, yerel siyasette etkiniz ve gücünüz arttıkça kural koyucuların arasına girebileceksiniz. Hatta onları tasfiye edip kuralları kendiniz koyabileceksiniz. Koyacağınız kurallarla da fark yaratabileceksiniz. Öyle arasına girilemeyecek küresel öcüler yok, ya da etkileri sınırlı ve değiştirilemez değil. Nitekim Latin Amerika’da küreselleşme üzerine yapılmaya çalışılan -ancak henüz başarılamayan- budur. Küreselleşmenin İstanbul’da yaşadığımız versiyonu düşünülünce, şu an ki kural koyucu yerel aktörleri beslediğinden ve bu beslenenler arasında merkezi ve yerel yönetimlerin de başat bir yeri olduğundan, kamu idaresinin küreselleşme projelerinin soylulaştırma, ayrışma, özelleşme, arındırma vb üzerine olması çok doğaldır. Aynı durum, bu projelerin uygulayıcıları olan ve henüz büyük bir çoğunluğu yerel olan yatırımcılar için de geçerlidir. Karşımızda söylem üzerine kurulu bir düzen var ve bu düzenin sürükleyicileri söylemden bizzat faydalananlar.

“…İstanbul’un yağmalanması kısmı çok haklı ama yağmalayanlar büyük bir çoğunluğu yerel olan ve küreselleşme söylemini ağızlarına pelesenk ederek rant oluşturan yerel siyasetin ve ekonominin güçlü ve küresel olan ile temas halindeki aktörleridir.”

Sanırım burada altı çizilmesi gereken saptama şudur: küresel güçlerin ya da küreselleşme süreçlerinin yağmaladığı bir İstanbul’dan bahsetmek mümkün değil. Argümanın yağmalanma kısmı çok haklı ama yağmalayanlar büyük bir çoğunluğu yerel olan ve küreselleşme söylemini ağızlarına pelesenk ederek rant oluşturan yerel siyasetin ve ekonominin güçlü ve küresel olan ile temas halindeki aktörleridir.

ERBATUR ÇAVUŞOĞLU: Küreselleşme yereli değiştiren ama yerelden beslenen ve bunun sonucunda da değişen bir süreç. Ancak İstanbul’un küreselleşmeyle ilişkisi daha çok edilgen bir konum olarak değerlendirilebilir. Küreselleşmeye katkısı pek yok İstanbul’un. İstanbul mevcut küresel akışlar bağlamında küresel kentler liginde üst sıralarda yer alabilecek bir tablo sergilemiyor. Ancak bu küreselleşme yaşanmayacak anlamına gelmiyor. Bu kentliler için küreselleşmenin nimetlerinden az faydalanmak ve küreselleşmenin sorunlarını ciddi biçimde yaşamak anlamına geliyor.

Mimdap: Küreselleşme sürecinde dümeni ele geçiremeyişimizin sebepleri neler olabilir? (kamu otoritesinin hatalı tutumu, devletin yanlış politikaları, çeşitli disiplinlerden uzmanların yanlış yönlendirmeleri, yatırımcıların tutumları…vs.)

MURAT C. YALÇINTAN: Bu sorunun yanıtı yukarıda yapılan açıklamaların son bölümünde. Ciddi bir rantın yaratıldığı ve üzerinden paylaşıldığı bir söylem ile karşı karşıyayız. Bu söylem bilinçli kurulmuş bir söylem. Bilinçli kurgudan kasıt tabi ki bu aktörlerin bir araya gelip karar alması değil. Burada kastettiğim bu aktörlerin ortak çıkarlarına dayalı ve birbirini besleyen bir dizi söylemin kendiliğinden eklemlenmesi ile oluşan bir üst söylem. Bu üst söylemi bütünleştiren ve ara sıra çeki düzen veren TÜSİAD gibi kurumlarla, en önemlisi hükümet kararları var. Ayrıca bu söylem uluslararası kurumların nasihatlerine de uygun. Hükümet davranışında aksi beklenemez, çünkü yerel siyasetin güçlü aktörleri bu söylemin sahipleri. Kendi çıkarlarını korumaları ve karar alıcıları baskı altına almaları beklenir bir durum. Hele yönetim birimleri de bu rant paylaşımında yerini almışsa, baskıya bile gerek kalmamış demektir. Zaten 1980 sonrası bütün hükümetlerin üç aşağı beş yukarı aynı politikalarla –ki buna dünyada başka bir örneği olmayan DSP-MHP-ANAP koalisyonu dahildir -küreselleşmeyi bu versiyonuyla desteklemesi yeterli kanıtı oluşturur. Dolayısıyla, sorunun içinde bana seçme imkânı tanıdığınız seçeneklerden hiçbirisi gözümde belirleyici değildir, sonuçlardan ibarettir. Belirleyici olan, söylem yaratan ve ikna edebilen güçtür ve güç onu elinde tutanları daima daha çok güçlendirir. Sürekli daha çok güçlenen bir yapının kırılması da daima var olan ama zaman zaman güçsüz düşen/düşürülen tek bir olasılık dışında mümkün değildir. Seçeneklerde yer verdiğiniz kamu otoritesi, devlet, yatırımcı ve uzmanlar bu gücün parçalarıdır. Güçlerini de arttırmayı gözetirler. Dümeni size neden bıraksınlar?

ERBATUR ÇAVUŞOĞLU: Bunların hepsi etkili, ancak toplumun küreselleşmeyi doğru algılama olanaklarının kısıtlı olması nedeniyle, toplum kamu otoritesini, uzmanları küreselleşme konusunda etkin bir pozisyon almaya zorlayamıyor.

Mimdap: Dümeni ele geçirmek için sizce neler yapılabilir?

“Tek çözüm, toplumsal örgütlülüğün artması ve güçlenmesindedir.”

MURAT C. YALÇINTAN: Önceki sorudan devam edelim: Tek çözüm, toplumsal örgütlülüğün artması ve güçlenmesindedir. Yani toplumun, siyasi otoriteyi yeniden ele geçirecek gücü oluşturmasıdır. Bugün itibariyle yapılması gereken ilk iş çok kapsayıcı bir toplumsal muhalefet şemsiyesi oluşturmaktır. Bu muhalefetin kazanımlarının örgütlülüğü arttıracağı, güçlendireceği ve alternatif küreselleşme versiyonlarına adım atacağı öngörülebilir. Bu, savunmada durarak başarılabilecek bir durum değildir. Daha ilerici, daha yenilikçi olmak gerekir. Kitlesellik ve küresel ağlara eklemlenmiş bir yerellik vurgusu üzerinden gelişebilecek bu örgütlenme modelinin olmazsa olmazı olarak ise radikal demokrasiyi görüyorum. Asgari müştereklerde anlaşmış ve üst söylemi oluşturmakta, yani dışlayıcı vurgularını aceleye getirmeyen çeşitli toplumsal örgütlenmelerin kapsayıcılığı, bugünkü konjonktür itibariyle tek bir toplumsal örgütlenme tarafından gerçekleştirilemez. Radikal demokrasi demokratik değerlerin hegemonyasını ve fikirlerin çatışmasını esas alır. Konsensüsün “demokrasi açısından varılacak bir nokta kalmaması” anlamına geleceğini, dolayısıyla “insanlığın ve tarihin sonu”na işaret edeceğini iddia eder. Anlaşma şartı ile yan yana gelmeyecek ama asgari müştereklerde birleşmiş toplumsal örgütlenmelerin oluşturacağı bir toplumsal muhalefet dümeni ele geçirecek kitleselliği ve gücü yakalama şansına sahip olacaktır. Asgari müşterekler üzerinden yapılacak yöntem tartışmalarının zamanla üst söylemi ve desteklenecek küreselleşme versiyonunu oluşturması beklenir. Üzerinde anlaşılması gereken asgari müşterekleri de öncelikle “demokrasi”, “ihtiyaçlar” ve “haklar” olarak tanımlayabiliyorum.

Yeter ki, yitirilmekte ya da kazanılmakta olduğu düşünülen güç, demokrasinin ve hakların önüne geçmeğe kalkmasın… Yeter ki, toplumsal örgütlülük tabandan başlayıp zaman içinde tabanını reddeden kendi elitlerini yaratmasın…

ERBATUR ÇAVUŞOĞLU: Toplumsal gelişme olmaksızın dümeni ele geçirmek olanaksız, bunun için toplumdaki tüm bireylerin işlerini iyi yapmaları, yaşanılabilir mekanlar yaratmak, yaşam kalitesini artırmak için çabalaması gerekiyor. Toplumsal muhalefet biçimlerinin çoğalması, güçlenmesi ve dayanışması daha refah bir toplumsal hayat için son derece önemli.

3 Yorum
  1. Bu önemli sunumu Erbatur Çavuşoğlu yaptığında salonda bulunan “ulusalcı” biri küreselleşme karşısında utangaç bir tavır sergilendiğini ve aslında küreselleşmeye doğru biçimde karşı çıkılmadığını söylemişti. Bu iklim sert geçiyor aslında

    Bana kalırsa en güzeli meslek odacılarının yaptığı gibi küreselleşmenin en sert ve uzlaşmaz karşıtı gibi olup, ağzına ne gelirse söylemek olmalıdır. Tespit ettiğimiz bu ortak düşmana elden geldiğince saldırmalı, küfretmeliyiz.

    Yoksa M.C.Yalçıntan ve E. Çavuşoğlu gibi “birşeyler” yapmak ve somut yaşmadan gerçekçi karşı çıkışlar örgütlemeye kalkmak hem zorve zahmetli hem de herkesi dil birliği yaparcasına sizi de karşı kampa koyup eleştirecbileceği bi konum.

    Ne gereği var(!)

    Cavidan | 1 Ekim 2007

  2. Son bölümünüde “Yeter ki, yitirilmekte ya da kazanılmakta olduğu düşünülen güç, demokrasinin ve hakların önüne geçmeğe kalkmasın… Yeter ki, toplumsal örgütlülük tabandan başlayıp zaman içinde tabanını reddeden kendi elitlerini yaratmasın…” diyorsunuz.

    Bu çok değişik çağrışımları uyandırıyor ve günümüzde küreselleşme karşısında mevzi gibi görünen cephelerin içindeki demokratik davranıştan uzak yapılanmaların da kulağını çekiyor. Bu açıdan da sunumunuz ilgi çekici ve akılda kalıcı.
    Ben faydalandım, elinize sağlık.
    Saygılar

    Ertuğrul Ak | 9 Ekim 2007


Yorum yazmak için


  Avustralya’nın Melbourne kentindeki Penleigh ve Essendon Gramer Okulu’ndaki (PEGS) Müzik Merkezi, McBride Charles Ryan’ın (MCR) PEGS Kampüsleri genelindeki bir dizi girişiminin bir parçasıdır. 

Copyright © 2024 All Rights Reserved | Mimdap.org